SEYYİD ABDULLAH DEHLEVİ - SEYYİD MUHAMMED ŞERİF BUHARİ

İçeriğe git

Ana menü:

SEYYİD ABDULLAH DEHLEVİ

SİLSİLEİ ŞERİF

Hindistan evliyâsından olup, seyyiddir. İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluta kavutturan ve Silsile-i aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin 28. sidir. 1745 (H. 1158)'te Hindistan'in Pencab tehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefât etti. Kabri Tâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz almaktadır. Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallı ve gökçek yüzlü idi. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin soyundan, seyyid-neseb. Derviş ve müridlerini cezbeye getiren engin bir feyze sahibti. Varidat-ı ilahiyyeye nail bir veliyy-i kamildi. Semaa önem vermediği halde vecd ve coşkusu yüksek bir süfi idi.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin babası, Abdullatif Efendi âlim, sâlih, zâhid, dünyâya rağbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir zât idi. Bu yolu Hızır'la görütmüt olan hocası Seyh Nâsirüddîn Kadîrî'den aldı. Ayrıca Çettiyye ve Settâriyye yollarından da feyz almıştı. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlatmaya çalışırdı. Haram yemekten son derece sakınır, kırlarda yetiten meyvelerle yetinir, nefsini terbiye etmek için ugratırdı. Sahrâlarda Allahü teâlânın ism-i terîfini anarak dolaşır, yarattıklarina bakar, O'nun büyüklüğünü tefekkür edip dütünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.

Bir gün rüyâsinda Hazret-i Ali (r.a.) ona töyle dedi:

"Ey Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın."

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsinda; "Yakında dünyâya bir oğlun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsin." buyurdu. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de evliyâdan bir zât olan amcasına rüyâsında, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir, amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı yaşına gelince, hazret-i Ali'ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip Ali'nin hizmetçisi mânâsina Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur'ân-ı kerîmi kısa zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi. Delhi'de hocası teyh Nâsirüddîn'in hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde yetitip, Kâdiriyye yoluna girmesi için, oğlu Abdullah'ı Delhi'ye çağırdı. Abdullah-i Dehlevî Delhi'ye vardığı gece Teyh Nâsirüddîn vefât etti. Babasi; "Oglum! seni Teyh Nâsirüddîn'den Kâdiriyye yolunu alman için çağırmıştım. Nasîb değilmit. Artik, sana nereden irtâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin." dedi.

O sırada Delhi'de Çettiyye büyüklerinden, Teyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Teyh Ziyâüddîn, Teyh Abdüladl, Teyh Mîr Dered bin Teyh Nâsır, Mevlâna Fahrüddîn ve batkaları vardı. Yirmi iki yaşına kadar onların huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sırada gönlünden, yine Delhi'de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına gitmek geldi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini talebeliğe kabûl buyurmasını istedi. O da:

"Sen zevkin ve tevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir." buyurdu.

Abdullah Dehlevî ise; "Zaten benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; "Mübârek olsun" buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu Naktibendiyye yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetittirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini öğretti. Abdullah-ı Dehlevî on bet sene onun sohbetiyle tereflendi. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavutunca, mutlak icâzet, diploma alıp, halîfesi oldu.

İlk zamanlarda, "Nakşîbendiyye yoluna girmemden Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri râzı olurlar mı?" diye tereddütler geçirmitti. Bir gün rüyâsında gördü ki, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makâma gelip oturdu. O makâmin tam karşısına da Tâh-ı Naktibend Muhammed Behâeddîn hazretleri tetrif etti. Şâh-ı Naktibend'in yanına gitmek istedi. Bu sırada Gavs-ül-a'zam; "Maksat, Allahü teâlânin rızâsına kavutmaktır. Sıkılmayın, gidin." buyurdu.

Elinde mali, mülkü kalmadigi için baslangiçda geçim zorluklari ile karsilasan Abdullah-i Dehlevî hazretleri, dâimâ tevekkül üzere oldu. Eski bir hasiri yatak, bir tugla parçasini yastik edindi. Bu sekilde, on bes sene kanâat kösesinde oturdu. Bir defâsinda o kadar çâresiz kalip, bitkin düstü ki, "Artik bulundugum bu hücre benim mezârim olacaktir." diye düsünmeye basladi. Nihâyet Allahü teâlânin yardimi yetisti. Tanimadigi birisi, bir mikdâr para birakip gitti. O günden sonra devamli Allahü teâlânin bu sekilde yardimina kavustu.

Hocasinin vefâtindan sonra yerine geçip, talebe yetistirmeye basladi. Uzak yakin her yerden, Diyâr-i Rum, Sam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehr'den pek çok talebe, ilim ve feyz almak, sohbeti ile sereflenmek için yarisircasina yanina kostu. Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî, Seyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid Ismâil Medenî gibi bâzilari Resûlullah efendimizden aldigi mânevî emirle geldi. Bazisi, sâdâtin, bu yolun büyüklerinin mânevî isâreti ile kosup teslim oldu. Seyh Muhammed Can bunlardandi. Bâzisi ise,Abdullah-i Dehlevî hazretlerini rüyâda görüp geldi.

Dergâhinda iki yüz kisi civarinda talebe vardi ve onlarin ihtiyaçlarini temin ederdi. Bununla berâber, dâimâ mütevâzî ve gönlü kirik bulunurdu. Bir gün bir köpegi görüp; "Yâ Rabbî! Ben kimim ki, seninle, sevdiklerim arasinda vâsita olayim. Bu yarattigin hürmetine bana merhamet eyle!" buyurdu.

Peygamber efendimizin sünnet-i seniyesine uygun yasamaya çok gayret ederdi. Az uyur, teheccüd, gece namazina kalktiginda uyuyanlari da kaldirirdi. Sonra murâkabeye oturur, pesinden Kur'ân-i kerîm okurdu. Kur'ân-i kerîmden her gün on cüz okurdu. Sabah namazini kildiktan sonra talebeleriyle beraber israk vaktine kadar zikir, Allahü teâlâyi anmak ve murâkabe, nefs muhâsebesi ile mesgul olurdu. Sonra hadîs ve tefsîr derslerine baslarlar bu hal zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek yenirdi. Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek gönderse yemez, talebelerinin de yemesini istemez, komsularina hediye gönderirdi. Birisi para gönderse, süpheli bir durumu yoksa, Imâm-i a'zam hazretlerinin ictihadina göre bir sene dolmadan mal nisaba ulastiginda zekât vermek câiz oldugundan önce onun zekâtini verirdi. Çünkü bir kurus zekât vermenin binlerce lira sadaka vermekten kat kat üstün oldugunu bilirdi. Sonra kalan paranin bir kismi ile helva ve baska seyler yaptirir dervislere dagitir, bir kismi ile dergâhin borçlarini öder, birazini da yanina gelen ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Ögleye yakin sünnet-i serîfeye uymak için bir müddet kaylûle yapar, uyur, kalkip bir mikdâr yemek yiyip dînî kitablar okumak, bâzi mevzular üzerinde yazilan yazilari gözden geçirmek ve yazilmasi lâzim olanlari yazmakla ugrasirdi. Ögle namazini kilip, ikindiye kadar, hadîs ve tefsîr dersi verirdi. Ikindiyi kildiktan sonra, hadîs-i serîf, Imâm-i Rabbânî hazretlerinin Mektûbât-i Imâm-i Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i Kuseyrî'yi okur, sonra günes batincaya kadar talebeleriyle zikir ve murâkabe ile mesgul olurdu. Aksam namazindan sonra, mânevî teveccühleri ile talebelerinden ileri gelenlerinin ilerlemelerini saglardi. Yatsiyi kildiktan sonra geceyi zikr ve murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku bastirdiginda seccâdesi üzerinde sag yani üzere yatardi. Bazan otururken uyuyakalirdi. Hayâsinin çoklugundan ayagini uzattigi görülmezdi.

Kur'ân-i kerîmi okumakdan ve dinlemekten çok hoslanir sevk hâlinin gâlib oldugu zamanlar dinleyince kendinden geçer ve; "Daha okumayiniz, dayanamiyorum." buyururdu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sini de çok okutup, dinlerdi. Bu esnâda vecd hâli hâsil olur, cosar, ilâhî muhabbete gark olurdu. Fakat baskalarinin yaptigi gibi dînin emir ve yasaklarina uymayan halleri görülmezdi. Her hâli dine uygun olurdu.

Emr-i mâruf ve nehy-i an'il-münker yapar, insanlara Allahü teâlânin emirlerini hatirlatir, yasaklarindan sakinmalarini emrederdi. Bir kerre Simsîr Bahâdir Han papazlara mahsus bir seyi giyerek huzuruna geldi. Onu o hâlde görünce darilip bu vaziyette yaninda oturmamasini istedi. Bahadir Han, bu kadarina müsâde etmezseniz, bir daha yaniniza gelmem dedi. "Allahü teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi nasîb etmesin." buyurdu. Huzûrundan kizarak ayrilan Bahadir Hanin içi rahat etmeyip, üzerindeki o seyi çikarip, huzuruna gelerek affini istedi ve talebesi oldu.

Dünyâya ve dünyâliga ragbet etmezdi. Zamânin pâdisâhi defalarca dergâhin ihtiyaçlarini karsilayacak bir yardimda bulunmayi teklif ettigi halde, kabûl etmedi. Vâlî Emir Han da dergâhin ihtiyaçlari için yardim teklif ettiginde talebelerinden Raûf Ahmed'e; "Hediye gönderen Emîr Hana su beyti cevap olarak yaziniz.

Biz fakr-ü kanâati seref biliriz,

Emîr Hana söyleyin mukadderdir rizkimiz.

Ve biz, Allahü teâlânin meâlen; "Semâda ise, rizkiniz ve vâd olundugunuz Cennet vardir." (Zâriyât sûresi: 22) âyet-i kerîmesine güveniriz.

Bir sikintisi oldugunda din büyüklerinin yardimina kavusurdu. Söyle anlatir.

Bir defasinda karnim agrimisti. Imâm-i Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetinden yardim istedim. O anda kendisini gördüm. Yanima tesrîf edip, rahatsizligimi giderdiler.

Peygamber efendimizi son derece seven Abdullah-i Dehlevî, O'nun serefli ismini duydugunda, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere hizmetçisi ona; "Resûlullah'in sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar buyurduklari bir zâtsin." demisti. Bu sözden duydugu mânevî hazla birden yüzlerinin rengi degisti ve hizmetçinin alnindan öpüp; "Ben kim oluyorum ki, Resûlullah efendimizin manzûru olayim." deyip tevâzu gösterdiler.

Yakin talebeleri anlatirlar; "Mübârek hocamizin odasindan zaman zaman çok güzel kokular duyardik. O zaman, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile büyük âlim ve evliyânin rûhlarinin ziyârete geldiklerini anlardik. Hocamiz, Peygamber efendimizin sünnet-i serîflerine o kadar bagliydi. Bir gün bize; "Biz muhabbet serbetini içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasina sebep; kalblerimize çesit çesit zevk bahseden hadîs-i serîfler ve salevât-i serîfelerdir." buyurdu.

Giyiminde Resûlullah efendimize uyar, O'nun gibi sert ve kalin elbise giyerdi. Birisi kiymetli bir elbise getirse onu satar, parasiyla birkaç elbise alir, fakirlere sadaka olarak dagitirdi. "Birkaç kisinin giyinmesi bir kisinin giyinmesinden daha iyidir." buyururdu.

Buyurdular ki:

Rüyâda Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem sual edip; "Yâ Resûlallah; "Rüyâda, beni gören gerçekten beni görmüstür." sizin hadîsiniz midir? dedim. "Evet." buyurdu. Devamli tesbih, sübhânellah ve tahmîd, elhamdülillah okuyup, mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defâ okuyamadim. Rüyâda Resûlullah'i, Tirmizî'nin Semâil'inde anlatilan sekilde gördüm. Geldiler ve; "Okumadin!" buyurdular.

Bir defâ Cehennem atesi korkusu beni kapladi. Rüyâda Resûl-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Geldi ve; "Bizi seven, Cehennem'e girmeyecek." buyurdu.

Hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyi sevmek ve peygamberlerin efendisine sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmak gibi olamaz. Abdullah-i Dehlevî hazretlerinde bu iki haslet ziyadesi ile var idi.

Talebelerinin gönüllerine tasarruf eder, Hakk'in feyz ve bereketlerini onlarin kalblerine akitirdi. Bu büyük is, onda çok görüldügünden binlerce talebenin kalbi devamli Allahü teâlâyi anar hâle getirdi. Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî feyzlere kavusturdu. Çoklarini yüksek makam ve hâllere eristirdi. Bununla berâber kerâmetleri, Allahü teâlânin izni ve ilâhî ilhâm ile gaybdan haber vermeleri olurdu.

Abdullah-i Dehlevî'nin talebelerinden iki tanesi bir yolculuktan hocalarina dönüyordu. Yolda kendi aralarinda konusurlarken; "Hocamizin yüksek huzurlarina kavustugumuzda, bize ikrâm olarak ne istiyelim?" dediler. Biri; "Bana bir seccâde vermesini isterim." öbürü; "Bana bir takke vermesini arzu ederim." diye konustu. Huzurlarina varinca, Abdullah-i Dehlevî herkese, arzu ettigi seyi ikrâm etti.

Insanlarin müskillerini çözer, derdleri ve istekleri için duâ ederdi. Çoklarinin isleri onun duâlari ile hallolurdu.

Beyt:

Islerinin olmasi mutlak Allah'dandir,

Sakin zannetmeyin bu, kullardandir.

O yüksek makamlar sâhibinin her sözü hârika olup, Allah'in Peygamberinin sallallahü aleyhi ve sellem mûcizelerinin sualari idi.

Birçoklari Abdullah-i Dehlevî'yi rüyâda görüp, büyüklerin yolunu anlar, içine düsen sevk ile huzûrlarina gelir, yüksek makamlara kavusup, memleketlerine dönerdi. Talebeleri çok oldugu hâlde, teveccühleri ile herbirini makamdan makâma geçirir, hâlden hâle kavustururdu. Teveccühünün kuvveti sâyesinde, senelerce sürecek isleri, günlere sigdirirdi. Pek çok fâsik, fâcir ve günahkar, yüksek nazarlari, bakislari ile tövbe edip, dogru yola geldiler. Bir kisim kâfirler de küçük bir iltifâti ile müslüman oldular.

Bir gün yakisikli bir gayr-i müslim genç, Abdullah-i Dehlevî'nin meclisine, severek gelip, sohbetini dinlemeye basladi. Mec.Meclistekilerin hepsi bu hâle hayret ettiler. Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin mübârek nazarlari o gence degince, gencin kalbinde bir degisiklik oldu. Hemen müslüman oldu.

Beyt:

Evliyâyla, onlari candan severek otur,

Onlarla oturan kul, kalkinca sultan olur.

Abdullah-i Dehlevî hazretlerine hasta sâhipleri gelir, hastalarinin sifa bulmasi için duâ etmesini isterlerdi. O da, gelenleri bos çevirmez, sihhate kavusmalari için duâ buyururdu. Allahü teâlâ, böyle sevgili bir kulunun duâsini kabûl buyurdugu için, hasta âninda iyi olurdu. Bunu isiten herkes, Abdullah-i Dehlevî'nin hâne-i saâdetlerinin önünde birikip, dertlerine derman ararlardi.

Talebesinden Mevlevî Kerâmetullah, zâtülcenb hastaligina yakalanmisdi. Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin elini hastanin üzerine temas ettirmesiyle, hastalik Allahü teâlânin izniyle geçti.

Delhi Câmisinin imâmi Mevlevî Fadl Ahmed'in çocugu uzun zamandir hasta yatiyordu. Bir gece rüyâda, Abdullah-i Dehlevî hazretleri kendi evine gelip, hasta ogluna bir sey içirdi. Sabah olunca oglunun tamâmen iyilestigini gördü. Çok sevindi. Sidk ve hâlis bir niyet ile biraz para alip, huzûruna geldi ve; "Bunlari kabûl ediniz." diye arzetti. Abdullah-i Dehlevî tebessüm edip; "Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti midir?" diyerek kesf-i kerâmet buyurdugunda, Mevlevî Fadl Ahmed; "Hayir efendim, bunlar, bu geceki, lütuf ve inâyetinize sükür bile olamaz." dedi.

Abdullah-i Dehlevî, bir gün Hakîm Nâmdâr Hani ziyârete gitti. Onu sekerât hâlinde, gözlerini kapamis ve suûru gitmis buldu. Yakinlari; " Hastaliginin gitmesi için Allahü teâlâya teveccüh ediniz" dedi. O da, hastaya bir bakti. O anda hastanin suûru yerine geldi, gözlerini açti. Bir müddet onunla konustu. Abdullah-i Dehlevî kalkip mübârek adimini, kapisindan disari atip çikinca hasta hemen vefât etti.

Ölüm hâline yaklasan birisini, dostlarindan biri sirtina alip, seher vaktinde Abdullah-i Dehlevî'nin huzûruna getirdi. Abdullah-i Dehlevî hazretleri duâ ettikten sonra hastaya teveccüh buyurdu, o anda hasta iyilesti.

Talebelerinin büyüklerinden Mîr Ekber Ali'nin akrabâsindan bir kadin hastalanmisti. Abdullah-i Dehlevî hazretlerinden, hastaliginin azalmasi için duâ ricâ etti. Fakat o duâ etmedi. Duâ etmesini istirhâm edince; "Bu kadin, on bes günden çok yasamaz." buyurdu. Allahü teâlânin takdîri ile on besinci gün vefât etti. Lâkin Mîr Ali, kadina teveccüh edip, hastaliginin kalkmasina ugrasdi. Ama yasamasina fayda vermedi. Abdullah-i Dehlevî hazretleri cenâzesinde bulundu ve; "Mîr'in teveccühlerinin bereketi, bu hanimin üzerinde açikça görülmektedir." buyurdu.

Delhi'de kitlik, kuraklik olmustu. Abdullah-i Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çikip, kizgin günesin altinda oturdu ve yagmur yagmasi için Allahü teâlâya niyazda bulundu. Çok geçmeden yagmur yagdi.

Talebelerinin ileri gelenlerinden Ahmed Yâr, ticâret için sefere çikmisti. Dönerken hocasi Abdullah-i Dehlevî'yi yaninda yürüyor gördü. Ahmed Yâr'a; "Hizli yürü, kâfile geride kalsin! Çünkü yolda, soyguncular, yol kesiciler vardir. Kâfileyi basmak istiyorlar." buyurdu ve kayboldu. Ahmed Yâr sonradan bu hadiseyi; "Acele ettim. Kervândan çok ileri geçtim. Yol kesiciler gelip, ardimdan kâfileyi bastilar. Ben kurtuldum. Sag sâlim evime geldim." diye anlatti.

Hazret-i Zülf Sâh anlatti:

Abdullah-i Dehlevî'yi ziyârete gidiyordum. Fakat onu hiç görmemistim. Memleketim Delhi'den çok uzakti. Yolu sasirdim. Heybetli bir zât karsima çikarak yolu gösterdi. "Sen kimsin?" dedim. "Ben, ziyâreti için yola çiktigin kimseyim." buyurdu. Bu hâl, basimdan iki kere geçti.

Ahmed Yâr'in amcasi, sultan tarafindan hapsedilmisti. Ahmed Yâr aglayarak hocasinin huzûruna geldi ve durumu arz etti. Abdullah-i Dehlevî; "Birisini gönder, onu hapisten çikarsin." buyurdu. Ahmed Yâr ise; "Bu nasil olur, kale muhafiz askerler ve nöbetçilerle kusatilmistir." dedi. Hocasi da; "Sen orasini düsünme, sözümü dinle git, onu kurtarirsin." buyurdu. Ahmed Yâr; "Gittik, onu hapisten kurtardik ve nöbetçilerden hiçbiri bize müdâhalede bulunmadi." diye anlatti.

Abdullah-i Dehlevî'nin huzûruna bir sahis gelip; "Ey efendim! Oglum iki aydan beri kayiptir. Çocugumu bana vermesi için Allahü teâlâya duâ eder misin?" dedi. O da; "Çocugunuz evdedir." buyurdu. Gelen çok sasirarak; "Ben simdi evden buraya geldim." deyince tekrar; "Evinize gidiniz. Çocugunuz evdedir." buyurdu. O kimse emre uyarak evine gitti ve gerçekten çocugunu evde buldu.

Meyân Ahmed Yâr anlatir:

Bir gün mübârek hocam ile birlikte, kizi vefât etmis olan yasli bir hanimin evine tâziyeye gittik. Hazret-i Seyh, o hanima hitâben; "Allahü teâlâ, sana ona karsilik daha iyisini ihsân eder." dedi. Kadin; "Hocam! Ben ihtiyârim, kocam da çok ihtiyârdir. Bu durumda bizim artik çocugumuz olmaz." diye cevap verince, hocam; "Hak teâlâ her seye kâdirdir." buyurdu. Sonra birlikte o evden çiktik ve eve bitisik bir mescide geldik. Hocam abdestini tâzeledi ve iki rekat namaz kildi. O kadina çocuk vermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra bana dönüp; "Allahü teâlâya, o kadina bir çocuk vermesi için arz-i hâcette bulundum. Duâmin kabûl olduguna dâir alâmetleri gördüm. Insâallah çocugu olacaktir." buyurdu. Daha sonra hocamin buyurdugu gibi, Allahü teâlâ, o kadina bir ogul verdi ve çok yasadi.

Onu üzenler yaptiklarinin zararini görürlerdi.

Hakîm Rükneddîn Han basvezir olunca, Abdullah-i Dehlevî, sevdiklerinden birini bir is için ona gönderdi. Rükneddîn Han ilgilenmedi. Abdullah-i Dehlevî'nin kalbi kirildi. Kisa bir süre sonra hiçbir sebep yok iken Rükneddîn Han azlolundu ve bir daha o yüksek makâma gelemedi. Baska bir seferinde Delhi vâlisine kalbi kirildi ve o gün vâli azledildi.

Mübârek dergâhlarinin yakininda, Eshâb-i kirâma düsman olan biri vardi. Abdullah-i Dehlevî'nin talebesi çok oldugundan dergâh küçük geliyordu. Bunun için genisletilmesi lâzimdi. Kadindan, o yeri istediler. Kadin vermedi. Nihâyet Delhi'nin ileri gelenlerinden Hâkim Serîf Hani ona gönderdiler ve; "Eger satip, para almaktan utaniyorsan, kiymetini gizli olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye gibi bir isimle bize verdiginizi söyleyin." dediler. Allahin velî kullarina düsman olan bu kadin, Hâkim'in sözünü kabûl etmedi. Ayrica Abdullah-i Dehlevî hakkinda, râfizîlerin âdetleri oldugu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim kalkti. Abdullah-i Dehlevî'nin yanina geldi ve durumu anlatti. Abdullah-i Dehlevî hazretleri ellerini açarak; "Yâ Rabbî, söylediklerini duydun!" dedi. Allah'in takdîri ile o evde bulunanlardan bir çocuk hâriç, hepsi kisa zamanda öldü. Çocuk da hastalandi. Anladilar ki, yaptigimiz kötü is sebebiyledir. O çocugu Abdullah-i Dehlevî'nin huzuruna gönderdiler. O yeri de hediye ettiler.

Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetistirdigi binlerce âlim ve evliyâdir. Bunlar içinde en büyükleri; Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn Bagdâdî, Ebû Sa'îd Fârûkî, Mevlânâ Besâretullah, Mevlânâ Pîrzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Cân, Mevlânâ Fâdil Gulâm, Mevlânâ Seyh Sa'dullah Sâhib, Mevlânâ Seyh Abdülkerîm, Mevlânâ Seyh Gulâm Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlâna Seyyid Ahmed, Mevlânâ SeyyidAbdullah Magribî, Mevlânâ Pîr Muhammed ve Mevlânâ Muhammed Münevver'dir.

Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin gönülleri ferahlatan, kalplere nese ve sevinç veren söz ve sohbetleri ayri bir nîmet sofrasi idi. Buyururdu ki:

"Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin basidir. Günahlarin basi ise küfrdür, îmânsizliktir."

"Hizmet görmek isteyen hocasina hizmet etsin."

"Nefsinin arzularina tâbi olan, Allahü teâlâya nasil kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun."

Abdullah-i Dehlevî hazretleri yaninda bulunanlari terbiye edip, yetistirdigi gibi uzakta olanlara da mektuplari ile dogru yolu anlatir, gaflet, Allahü teâlâyi ve âhireti unutmaktan uyandiracak nasîhatlarda bulunurdu.

Bir mektûbunda söyle buyurdu:

Yüksek makamlar ve begenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münsî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satir, kirik dökük ifâdeler yigini mektubu yazdim ki, uzakta kalmis olanlari inâyet nazarinizdan unutmayasiniz ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârin ömrü günah islemekle geçti. Sikâyet, giybet, dil uzatma, ayiblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler seklinde açik günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kilma, bos ve lüzumsuz seylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsini düsünmeden Kur'ân-i kerîm okuma ve bos vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayili nefesleri gafletle harcama seklindeki diger günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttilar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama diken topladik. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sihhat, âfiyet ve rahatlik verildi, hepsinin sükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Pismanliklar olsun ki, Kur'ân-i kerîm ve Peygamber efendimiz gibi essiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onlarin sükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarin ne yüzle Allahü teâlânin ve Peygamberinin huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayissizliktir. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlikle, sefâat ve magfiret derecesine ulasmak çok zordur. Ancak Allahü teâlânin gadabini asmis rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsâni ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.

Ölüm basimizin ucunda, kiyâmet çok yakin. Ise yarar hangi ameli isledik. Iyiler Cennet'e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk'in dîdârina kavusurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, birakmayacak seylerle mesgûlüz. Düsünmek lâzimdir ki, yarin elde hasret, ziyân kalmasin. Allah katinda kiymetli kullarin yaptiklari gibi, seher vaktinde kalkip, gözlerden hasret gözyaslari akitmagi, mücâhede ve can çikarircasina gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayi Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münsî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarinizda, yolda kalmis ihtiyarlari hatirlayiniz. Giyâbî duâ kabûle daha yakindir. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)

Abdullah-i Dehlevî namaz hakkinda söyle buyurdu: Namazi cemâatle kilmak ve "tumânînet" (rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durmasi) ile kilmak, rükû'dan sonra "kavme" (kalkip, ayakta her uzv yerine yerlesecek sekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasinda "celse" (dik durma) yapmak bizlere Allahin Peygamberi tarafindan bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz oldugunu bildiren âlimler vardir. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdihân, bu ikisinin vâcibligini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanin vâcib oldugunu ve bilerek yapmiyanin namazi tekrar kilmasini bildirmistir. Müekked sünnet olduklarini bildirenler de, vâcibe yakin sünnet demislerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazin kiyâminda, rükûunda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturuldugu zamâninda, ayri ayri, baska baska keyfiyetler, hâller hâsil olur.

Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmistir. Kur'ân-i kerîm okumak, tesbîh söylemek (ya'nî sübhânallah demek), Resûlullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve ihtiyaçlari yalniz Allahü teâlâdan istiyerek O'na duâ etmek namaz içinde toplanmistir. Agaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde, cansizlar da ka'dede, oturuyor gibi yere serilmislerdir. Namaz kilan, bunlarin ibâdetlerinin hepsini yapmaktadir. Namaz kilmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla sereflenen, Allahü teâlânin sevgili Peygamberine uymagi düsünerek namaz kilan bir müslüman, O yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklastiran makamlarda yükselir.

Resûlullah efendimiz; "Gözümün nûru ve lezzeti namazdadir." buyurdu. Bu hadîs-i serîf; "Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müsâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlik geliyor." demektir. Bir hadîs-i serîfte; "Yâ Bilâl! Beni rahatlandir!" buyruldu ki; "Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve namazin ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavustur." demektir. Namazdan baska seyde rahatlik arayan bir kimse, makbûl degildir. Namazi zâyi eden, elden kaçiran, dînin diger emirlerini daha çok kaçirir.

Îmâni olmayan kimsenin Cehennem atesinde sonsuz yanacagini Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette dogrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânin var olduguna, bir olduguna inanmak gibi lâzimdir. Ateste sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi bir insan sonsuz olarak ateste yanmak felâketini düsünürse, korkudan aklini kaçirmasi lâzim gelir. Bu korkunç felâketten kurtulmanin çâresini arar.

Bu ise, çok kolaydir. "Allahü teâlânin var ve bir olduguna ve Muhammed aleyhisselâmin O'nun son peygamberi olduguna ve O'nun haber verdigi seylerin hepsinin dogru olduguna inanmak" insani bu sonsuz felâketten kurtarmaktadir. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmiyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulma çârelerini aramiyorum, derse, buna deriz ki: "Inanmamak için elinde senedin, vesîkan var mi? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?" Elbet vesîka gösteremeyecektir. Senedi, vesîkasi olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, "Sonsuz olarak ateste yanmak" felâketinden sakinmak lâzim olmaz mi? Azicik akli olan kimse bile böyle felâketten sakinmaz mi? Sonsuz ateste yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mi?

Abdullah-i Dehlevî, ömrünün sonlarinda hastaliklardan çok güçsüz kaldi. Ibâdetlerini zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardi. Buyururdu ki:

Su siiri okudugum zaman Allahü teâlâ vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençlesiyorum.

Gerçi ihtiyârim, kalbim hasta, dermansizim,

Yüzünü andikça kuvvet gelir, gençlesirim.

Yâni; her ne kadar ihtiyâr, hasta ve mecâlsiz olsam da, hakîkî sevgilinin aski ve O'na kavusma isteginin cilvelerini gördükçe gençlesirim.

Vefâtlari: Abdullah-i Dehlevî her zaman sehîd olmayi arzû ederlerdi. Lâkin buyururlardi ki: "Mürsidim ve üstâdimin, yânî Mazhar-i Cân-i Cânân hazretlerinin sehîd edilmesinden insanlara çok sikintilar geldi. Üç sene büyük kitlik olup, binlerce insan öldü. Yine o sehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasinda olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildigi gibi yaziya sigmayacak kadar çoktu. Onun için sehîd olmaktan vazgeçtim."

Abdullah-i Dehlevî'nin son hastaliginda bâsur ve kasintisi artti. Bu sirada Luknov'da bulunan Ebû Sa'îd Fârûkî'ye kisa zamanda birçok mektuplar yazip; "Benden sonra yerime siz oturursunuz." dediler. Bu haberler üzerine Ebû Sa'îd çok sasirdi. Çoluk çocugunu Luknov'da birakip süratle geldi. Huzurlarina gelince; "Sizinle karsilastigim zaman içimden çok aglayacagim diyordum. Fakat öyle bir vakitte geldiniz ki, aglayacak gücüm de yok." buyurup, çok ihsânlarda bulundular. Âdetleri öyle idi ki, hastalandiginda vasiyetnâme yazdirirlardi. Simdi de hem yazdirdilar hem söz ile anlattilar ve buyurdular ki:

"Devamli zikrediniz. Büyüklere bagliliginizi muhâfaza ediniz. Güzel ahlâkli olup, insanlarla iyi geçininiz. Kazâ ve kader husûsunda nasil ve niçini birakiniz. Yol kardesleri ile birlik olmayi lâzim biliniz. Fakr, kanâat, rizâ, teslim, tevekkül ve ferâgat üzerine olunuz. Benim cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin (Peygamber efendimize âit eserlerin) bulundugu Delhi'deki Büyük Câmiye götürünüz Allah'in Resûlünden sefâat isteyiniz."

Yine buyurdu ki:

Hazret-i Hâce Behâeddîn Naksibend; "Bizim cenâzemizin önünde;

Huzûruna müflis olarak geldim,

Yüzünün güzelliginden bir sey isterim.

Su bos zenbilime elini uzat,

O mübârek eline güvenirim

beytlerini okuyun!" buyurmuslardi. Ben de, bu siirin ve ayrica asli Arabî olan su siirin güzel sesle okunmasini istiyorum:

Kerîmin huzûruna aziksiz geldim,

Ne iyiligim var, ne dogru kalbim,

Bundan daha çirkin hangi sey olur?

Azik götürürsün, O ise Kerîm.

Cumartesi günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib'e; "Çabuk Meyân Sâhib'i yâni Sâh Ebû Sa'îd'i (r. aleyh) çagiriniz." buyurdular. Mevlevî Sâhib acele kalkip, Ebû Sa'îd hazretlerini çagirdi. Kapidan içeri girince, bakislarini ona çevirdi ve bu hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde, kusluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sikintilarla dolu dünyâdan ayrildilar.

Vefâti haberini duyan binlerce insan toplandi. Cenâze namazi Büyük Câmide kilindi. Sâh Ebû Sa'îd imâm oldu. Cenâzesi, üstâdi Mazhâr-i Cân-i Cânân hazretlerinin medfûn bulundugu kabrin sag yanina defnolundu.

Bugün oradaki üç kabirden biri de Sâh Ebû Sa'îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken Tunek'de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-i Dehlevî'nin sag yanina defnettiler. Bu duruma göre, Abdullah-i Dehlevî'nin mezâri ortada olandir.
Abdullah-i Dehlevî'nin vefâti için; "Nevverallahu madca'ahü: Allahü teâlâ kabrini nûrlandirsin." ve "Cân be-Hak Naksibend-i sânî dâd: Ikinci Naksibend Hakka cân verdi." târih düsürüldü. Sâh Rauf Ahmed de pek güzel bir rubâî söyledi ki söyledir:

Zamâninin kayyûmu Sâh Abdullah-i Dehlevî,

Vefât etti, açildi ona Cennât-i naîm.

Kalbimden vefâtina târih aradim, buldum:

Fî ravhin ve reyhânin ve Cennât-in-na'îm (1240)

Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin büyüklügünü en güzel, talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî hazretleri meshur dîvâninda söyle anlatmistir:

"Mübârek hocam karanlik ufuklari aydinlatip, mahlûkâti dalâletten hidâyete kavusturmaya vesîle oldu.

O, hidâyet yildizi, karanlik gecelerin dolunayi, takvâ ummâni, feyzler defînesi, yüksek hâller ve kerâmetler hazînesidir.

O, hilmde yer, vekarda daglar, ziyâ bakimindan günes, yükseklikte semâ gibidir.

O, Dîn-i Islâmi en güzel bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtin yardimcisi, iyilik ve ihsân menbaidir , Allahü teâlâya kavusturucularin kutbu, evtâdin rehberi, mahlûklarin gavsi (yardimcisi), ebdâl isimli Hak âsiklarinin maksadi, hedefidir.

O, mahlûklarin seyhülislâmi, müslümanlarin bastâci, büyüklerin reisi, müskillerde mürâcaat yeridir.

Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanlari Allahü teâlâya dâvet edici, çagiricidir.

O, âlemlerin Rabbinin sevdigi bir kuldur. Kim onun gösterdigi dogru yoldan giderse, sen o kimseye; "Ey emsâllerine rehber olan zât!" diye hitâb et.

Nefs hevâsinin bukagisiyla baglanmis nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden kurtarmistir.

Nice kâmil velîler, ondan yüz çevirdigi gibi yüksek hâllerden ve mârifetlerden mahrûm kalmistir.

Onun yüksekligini inkâr eden nice kimseler helâk olmus, Allahü teâlânin siddetli azâbina yakalanmistir.

O, noksan olanlarin kemâle gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehlinin de noksanini tamamlayandir.

Sâni yüceAllahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altinda gizlemistir."

Eserleri:

1) Makâmât-i Mazhariyye: Hocasi Mazhâr-i Cân-i Cânân hazretlerini pek güzel anlatmaktadir.

2) Mekâtib-i serîfe: Pek faydali bilgiler ve nükteleri ihtiva etmektedir.

EYVAH!..

Abdullah-i Dehlevî müslümanlara çok sefkatli idi. Seher vakti onlara duâ ederdi. Kötülük gördüklerine de iyilik yapardi. Hâkim Kudretullah Han Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin komsusu idi. Çogu zaman Abdullah-i Dehlevî'yi giybet eder, aleyhinde konusurdu. Bir gün hapse düstü. Abdullah-i Dehlevî hazretleri onu hapishâneden çikartmak için çok ugrasti. Fakat bunu ona söylemedi.

Abdullah-i Dehlevî'nin meclisindi dünyâ ile ilgili sözler konusulmazdi. Birisi giybet etse ona mâni olur, giybet edene; "O dedigine ben daha layikim." derdi. Bir gün yaninda; pâdisahi kötülediler. O gün oruçlu idi. Kötüleyene dönerek; "Eyvâh orucumuz gitti!" buyurdu. "Siz kimseyi kötülemediniz ki!" dendiginde; "Evet, biz giybet etmedik, ama dinledik. Giybette söyleyende dinleyen de aynidir." buyurdu.

O'NDAN GELENE RÂZIYIZ!

Abdullah-i Dehlevî'nin mübârek vücûtlarinda birkaç tane hastalik vardi. Bu hastaliklar sebebiyle namazlarini özürlü kilardi. Bunu bilen dostlarindan biri dayanamayip; "Efendim! Herkes hastaliktan kurtulmak için sizden duâ istiyor. Cenâb-i Hak da duâlarinizi reddetmiyor. Her gelen, sifâya kavusarak huzûrunuzdan ayriliyor. Hâlbuki sizdeki hastaliklari biliyoruz. Duâ buyurup da bu dertlerden kurtulsaniz olmaz mi?" diye sordu. O da; "Onlar hastaliktan kurtulmak için duâ istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânin verdigi bu dert ve belâlardan, O gönderdigi için râziyiz. Dert ve belâlar, kemend-i mahbûb oldugundan Allahü teâlâ, bu dertleri sevdigi kullarindan dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini degil, gönderilmesini isteriz." buyurdu.

O, insanlarin sikintilardan kurtulmalarina yardimci olurdu.

SÂDIK TALEBE!

Abdullah-i Dehlevî buyurdu ki;

Talebe, sâdik olan tâlib demektir. Allahü teâlânin sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavusmak arzusu ile yanmaktadir. Bilmedigi, anlayamadigi bir ask ile saskin hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaslari dinmez. Geçmisteki günahlarindan utanarak basini kaldiramaz. Her isinde Allah'dan korkar, titrer, Allahü teâlânin sevgisine kavusturacak isleri yapmak için çirpinir. Her isinde sabreder. Her geçimsizlikte, sikintida kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ini düsünür. Gaflet ile yasamaz. Kimseyle münâkasa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânin evi bilir. Eshâb-i kirâm hakkinda hayr konusur ve isimleri anildiginda "r.anhüm" der. Hepsinin iyi oldugunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-i kirâm arasinda olan seyleri konusmamagi emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunlari konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah'ın Resûlünü sevmenin nisânidir, alâmetidir.

 
Ara
İçeriğe dön | Ana menüye dön