ŞEYH NECMEDDİN KÜBRA K.S - SEYYİD MUHAMMED ŞERİF BUHARİ

İçeriğe git

Ana menü:

ŞEYH NECMEDDİN KÜBRA K.S

ALLAH DOSTLARI

KÜBREVİ TARİKATI PİRİ:

Necmüddin Kübra Hazretleri'nin Tarikat Silsilesi
Seyyid-i Kainat Muhammed Mustafa (SAV.)
Hazret-i Ali bin Ebi Talib
Hazret-i Kümeyl bin Ziyad
Hazret-i Abdulvahid bin Zeyd
Hazret-i Ebu Ya'kub Musa
Hazret-i Ebu Ya'kub Nehrecorı
Hazret-i Ebu Abdullah bin Osman
Hazret-i Ebu Ya'kub Taberi
Hazret-i Ebü'I-Kasım bin Ramazan
Hazret-i Ebü'I-Abbas idris
Hazret-i Muhammed bin Davud
Hazret-i Muhammed bin Mategil
Hazret-i İsmail Kasri
Hazret-i Ammar bin Yasir
Hazret-i Necmüddin Kübra (Tarikat Piri)
(Allah Onlardan razı olsun ve sırlarını yüceltsin)

NECMEDDİN I KÜBRÂ'NIN, KİTABI PADIŞAHA SUNMASI

Pek çok kerameti bulunan Necmüddın Kübra Hazretleri'nin mübarek nazarlarıyla kemale eren ve başkalarını kemale erdirecek dereceye erişen mensuplarından, tanınmış olanlarının isimleri şunlardır:
Şeyh Mecdüddın Bağdadi
Şeyh Sa'düddın Hamevi
Şeyh Baba Kemal Hacendi
Şeyh Razıyyüddın Ali Lala
Şeyh Seyfüddın Baharzi
Şeyh Necmüddın Razi
Şeyh Cemalüddın Geyli
Şeyh Bahaüddin Veled-i Belhi
(Mevlana Celaleddin Rumi'nin değerli babaları)



Fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Tasavvufda Kübreviyye (Zehebiyye) diye bilinen yolun mürşididir (rehberidir). İsmi, Ahmed bin Ömer bin Muhammed bin Abdullah el-Hayvekî olup, künyesi Ebü’l-Cennâb’dır. Bu künye kendisine, rü’yâda Peygamber efendimiz tarafından verilmiştir. Lakabları; Necmeddîn, Şeyh-ül-İmâm, Zâhid-ül-kebîr ve Şeyh-i Harezm’dir. Necmeddîn-i Kübrâ diye meşhûr oldu. Yaptığı bütün münâzaralarda galip geldiği için, kendisine et-Tâmmet-ül-kübrâ lakabı da verilmiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden ve evliyânın önde gelenlerinden olan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 539 (m. 1145) senesinde, Harezm köylerinden Hayvek’te doğdu. Buna nisbetle Hayvekî denilmiştir. 618 (m. 1221) senesi Rebî’ul-evvel ayında, Harezm’de Cengiz askeri tarafından şehîd edildi.

Daha çocuk yaşta ilim tahsiline başlayan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, biraz yetişince ilim öğrenmek aşkıyla çeşitli beldeleri dolaştı. İskenderiyye’de; Ebû Tâhir es-Silefî’den, İsfehan’da; Ebü’l-Mekârim, Ahmed bin Muhammed el-Lebbân, Ebû Sa’îd Halîl bin Bedr, Ebû Ca’fer Muhammed bin Ahmed es-Saydelânî, Ebû Abdullah Muhammed bin Zeyd el-Kerrânî ve Ebü’l-Hasen Mes’ûd bin Ebî Mensûr’dan, Hemedan’da; Hâfız Ebü’l-A’lâ’dan, Nişâbûr’da; Ebü’l-Meâlî el-Fürâvî’den, Mısır’da; Rûz-i Behân-ı Baklî’den (Ebû Muhammed eş-Şîrâzî’den) ve daha başka birçok âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti.

İmâm Ebû Nasr Hafza’nın Tebrîz’de “Sünne” okuttuğunu duyup oraya giderek, bu kelâm âliminin derslerine devam etti. “Şeyh-üs-Sünne vel-Mesâlih” adındaki mukaddime mahiyetindeki kelâma dâir eserini bu arada yazdı. Burada Bâbâ Ferrûh Tebrîzî’nin sohbeti bereketiyle ilim tahsilini tamamlayıp, tasavvuf ilmi ile meşgûl olmaya başladı. Tasavvufda, amcası Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden feyz alarak yetişti. İsmâil Kasrî ve Ammâr bin Yâsir’in [582 (m. 1186)]’de sohbetlerinde bulundu. Fahreddîn-i Râzî hazretleri ile görüştü. Böylece birçok ilimde yetişip, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Daha sonra memleketi olan Harezm’e gidip yerleşti. Orada insanları irşâd etmeye (doğru yolu göstermeye) başladı. Kısa zamanda etrâfına yüzlerce talebe toplandı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Sultân-ül-ulemâ Behâeddîn Veled ile Feridüddîn-i Attâr’ın hocaları Mecdüddîn-i Bağdadî ve Baba Kemâl Cündî, Abdülazîz bin Hilâl, Nasır bin Mensûr, Seyfüddîn-i Baherzî, Necmüddîn-i Râzî, Radıyyeddîn Ali Lala, talebelerinin büyüklerindendir. Talebelerinin çoğu, zamanlarında insanlara doğru yolu gösteren rehberler oldular.

618 (m. 1221) yılında Harezm’e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; “Memleketinize gidiniz! Şarkdan fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır, İslâmiyette bu kadar fitne görülmemiştir” dedi. “Duâ buyursanız da, bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsın” dediler. “Bu, Kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gideremez” buyurdu. Talebeleri Horasan’a gitti. Kâfirler şehre girince, o da cihâda çıktı. Şehîd oldu. Şehîd olduğunda bir kâfirin saçını tutmuş idi. Şehâdetinden sonra, kimse saçı elinden alamadı. Sonunda mecbûr kalıp saçı kestiler.

Tasavvuf yolunun en tanınmışlarından ve büyüklerinden olan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok derin, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanmış çok yüksek bir zât idi. İlim öğretmek yolunda çok gayretliydi. Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve O’nun dînine hizmet etmekte kat’iyyen gevşeklik göstermez, bu yolda kınayanların kınamalarına aldırmazdı. İstisnasız bütün insanlara yardım etmeye, fâideli olmaya gayret ederdi. Onun dergâhı, fakirlerin sığınağı idi. Büyüklüğü, üstünlüğü herkes tarafından bilinir, kendisine hürmet edilirdi. Büyüklüğünü anlatan hâlleri ve kerâmetleri her tarafta anlatılmakta, dilden dile dolaşmaktadır. Kerâmetlerinin en büyüğü; her birisi, gittiği beldelerde insanları doğru yola sevkeden, etrâfına nûr ve feyz saçan çok kıymetli talebeler yetiştirmesidir. Yüzlerce talebe yetiştirdi. Allah yolunda yürümek isteyen nice kimselere rehber oldu. Talebelerinin her birini bir memlekete gönderir, o talebe orada hocasının yolunu yaymaya çalışırdı. Harezm bölgesinde, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinden sonra onun gibi yüksek bir velî yetişmemiştir. O kadar yüksek idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş hâlde iken, bir kimseye teveccüh edince, vilâyet (evliyâlık) derecelerine yükseltirdi. Birgün bir tüccâr, gezmek maksadıyla Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin hânegâhına girdi. Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri buna teveccüh edince, tüccâr, hemen o ânda vilâyet mertebesine ulaştı. Tüccarı yanına çağırıp, talebe yetiştirmesi için izin verdi. Ve memleketine gönderdi.

Birgün Eshâb-ı Kehf hakkında sohbet ediyordu. Necmeddîn hazretlerinin talebelerinden olan Sa’düddîn-i Hamevî ( radıyallahü anh ), “Acaba bu ümmette, sohbeti köpeğe te’sîr eden bir kimse var mıdır?” diye düşündü. Necmeddîn-i Kübrâ, kalb gözü ile bu talebesinin düşüncesini anlayıp kalktı ve dergâhın kapısına doğru yürüdü. Ansızın uzaklardan bir köpek çıkageldi. Bir yerde durup kuyruğunu salladı. Necmeddîn-i Kübrâ’nın bakışı köpeğe isâbet edince, köpek derhâl değişti. Kendinden geçme hâlleri görüldü. Yüzünü şehirden çevirip kabristana gitti. Başını yerlere sürüyordu. Hattâ derler ki, nereye gitse, elli-altmış köpek devamlı onun etrâfında dolaşırdı. Fakat ulumazlar, havlamazlardı. Hiçbir şey yemezler, devamlı bakılan o köpeğe karşı hürmette bulunurlardı. Sonra bu köpek öldü.

Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinden ilim öğrenip rivâyetlerde bulunanlardan Abdülazîz bin Hilâl diyor ki: “Necmeddîn-i Kübrâ’nın sohbet halkasında birkaç defa bulundum. Bu birkaç defalık kısa sohbetlerin bereketi ile çok şeylere kavuştum.”

İbn-i Nukta diyor ki: “Necmeddîn-i Kübrâ, Şafiî mezhebi âlimlerinden çok yüksek bir zât idi.”

Necmeddîn-i Kübrâ, bir taraftan çok kıymetli talebeler yetiştirirken, diğer taraftan da, kendisinden sonra gelenlere fâideli olmak üzere çok kıymetli eser ve risaleler yazmıştır. Tefsîr, hadîs, tasavvuf ve diğer ilimlere dâir yazmış olduğu pek mu’teber olan eserlerinden ba’zılarının isimleri şunlardır: Ayn-ül-hayât (Kur’ân-ı kerîmin tefsîri olup 12 cilddir.) Usûl-i aşere (Tasavvufa dâir olup, çeşitli isimlerle pekçok defa intisah edilip çoğaltılmış ve birçok da şerhi yapılmıştır.) Bundan başka, Risale ilel-hâim, Fevâih-ül-Cemâl, Âdâb-üs-sûfiyye, Risâle-i Necmeddîn, Sekînet-üs-sâlihîn, Risâle-i sefîne ve daha başka eserleri ve risaleleri de vardır. Eserlerinin en önemlilerinden olan Usûl-i aşere kitabı, tasavvufa dâir olup, talebelerinin ve daha sonra gelen birçok kimsenin el kitabı olmuştur. Bu kıymetli kitaptan ba’zı kısımlar tercüme edilerek ve özetlenerek aşağıya yazılmıştır.



Allahü teâlâya kavuşmak arzusunda bulunan ve bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esas üzere kurulmuş olup, diğer şeyler teferruat olup, hepsi on esasa bağlıdır. Maksada ulaşmak için mutlaka lâzım olan bu on temel esas şunlardır: 1) Tövbe: Kulun, kendisi ile Rabbi arasında perde olan bütün günahlara pişman olup, kendi arzu ve isteğiyle Rabbine yönelmesidir. 2) Zühd: Dünyânın geçici ve aldatıcı zevklerinden, mal ve makamlarından, insanların ilgi ve iltifât göstermelerinden hoşlanmaktan yüz çevirmek, bunlara hiç meyletmemek, bunlardan uzak durmak ve bu husûslarda aynen bir ölü misâli olmaktır. Görünen bütün güzellikleriyle, dünyâyı getirip bir ölüye sunsalar, ölmüş olan o kimse, bu güzelliklere gönül vermek, meyletmek şöyle dursun, nasıl ki, göz ucuyla da olsa dönüp bakmazsa, evliyâlık yolunda ilerlemek da’vâsında bulunan bir kimse de böyle zühd sahibi olmalıdır. 3) Allahü teâlâya tevekkül: Her işinde Allahü teâlâya i’timâd etmek. O’na güvenmektir. Nitekim Allahü teâlâ, Talâk sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bir kimse Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir” buyurmaktadır. 4) Kanâat: Hayâtını devam ettirebilmek için zarurî lâzım olan ihtiyâçlardan başka bütün arzu ve isteklerden uzaklaşmak, yemek, içmek ve barınmak (ev) husûsunda elde bulunan ile yetinmek ve fazlasında gönlü ve gözü olmamakta bir ölü misâli olmaktır. 5) Uzlet: Evliyâlık yolunda ilerlemeye mâni olan insanlardan uzak olup, böyle kimselerden yüz çevirmek ve kendi hâlinde yaşamaktır. Kendisini terbiye edip yetiştiren hocasının ve bunun sâdık talebelerinin yanında onlarla birlikte bulunmak da uzletten sayılıp, insanlarla beraber olmak sayılmaz. Uzlette esas olan; bütün bedenini, uygun olmayan her insandan ve onlardan bulaşacak olan günah kirlerinden koruyup, uzak tutmaktır. His organlarını muhafaza etmektir. İnsanın esfel-i sâfilîne (en aşağı derecelere) düşmesine sebep olan nefsânî arzu ve istekler, insana, his organları vasıtasıyla girer. Uzlet sayesinde, bu büyük tehlike yok edilmiş olur. Doktorlar kendilerine gelen hastayı tedâvi etmeye başladıkları zaman, önce hastanın kendisine zararlı olan yiyeceklerden perhiz etmesini emrederler. Hastalığı meydana getiren sebeplere karşı tedbir alıp, zararlı olan herşeyden hastayı uzaklaştırırlar. Bundan sonra, vücutta bulunan zararlı maddelerin atılması için ilâç verirler. Bundan sonra hasta sıhhate kavuşur. Evliyâlık yolunda da, rûh hastalıklarının mütehassısları olan zâtlar, talebelerini bu şekilde yetiştirirler. Talebeyi, kendisine zararlı olan kimselerden uzak tutar, kendileriyle birlikte bulundururlar. Talebenin içinde bulunan zararlı hâllerin çıkıp, kalbin temizlenmesi için de, sohbetlerinde bulundurur ve her ân Allahü teâlâyı zikretmesini, hatırlamasını emreder. 6) Devamlı zikir: Allahü teâlâdan başka herşeyi unutarak, yalnızca O’nu hatırlamak, O’nu düşünmek demektir. Kalbin ve gönlün hasta olmasına, hattâ ölmesine sebeb olan, nefsi harekete, getirip azdıran kötü ahlâkın yok edilmesi, Allahü teâlâyı çok zikretmekle olur. Allahü teâlânın nazargâhı olan kalbin, bu aslî hâlinden saparak doğru yoldan kayması, Allahü teâlâyı çok zikretmekle önlenir. Eğer sen, hakîkaten gönül ehli bir kimse isen ve Allahü teâlânın da seni mağfiret etmesini istiyorsan, Allahü teâlâyı çok zikret. Nitekim Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Siz beni (tâatle) zikredin ki, ben de sizi (sevâbla ve mağfiretle) zikredeyim.” 7) Teveccüh (Tamamen Allahü teâlâya yönelmek): Allahü teâlâdan başka birşeye çağıran, da’vet eden herşeyden yüz çevirmek, O’ndan başka bir isteği, arzusu ve sevgilisi olmamaktır. Biran O’ndan gâfil olmaktan çok korkmalıdır. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî hazretleri buyurdu ki: “Bir sıddîk, binlerce sene Allahü teâlâya teveccüh hâlinde bulunsa, bundan sonra da bir ân O’ndan gâfil olsa, bu bir ânda kaybettiği, binlerce seneki kazandığından daha fazladır.” 8) Sabır: Nefsin lezzet aldığı şeylerden yüz çevirmek, istediklerini yapmamaya devam etmekte sebat göstermek demektir. 9) Murâkabe: Kuvvet ve hareketi bırakıp nefsi kontrol etmek, nefsin hile ve tuzaklarına karşı her ân uyanık bulunmaktır. Murâkabe makamında bulunan kimse, Allahü teâlânın emirlerine itaat etmek ve sâlih ameller işlemekle, O’nun lütfunu, ilâhî ihsânlarını ümîd eder. O’ndan başka herşeyden yüz çevirerek, hep O’nu düşünür. O’na olan muhabbetinin ateşiyle kendinden geçmiş hâldedir. O’nun aşkıyla, O’na kavuşmak arzusuyla yanar. Bu şevk ile ağlayıp, gözyaşı döker. Yalnız Allahü teâlâya güvenir ve yalnız O’ndan yardım ister. Allahü teâlâ da buna, rahmetiyle muâmelede bulunur ve hiç kimsenin açamıyacağı azap kapılarını ona kapatır. Bu hâl, bunlara Allahü teâlânın bir lütfudur. Nitekim Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 54. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki “İşte bu (anlatılan vasıflar), Allahü teâlânın, kullarından dilediğine verdiği bir lütfu, ihsânıdır. Allahü teâlânın lütfu, ihsânı çok geniştir, (Bu lütuf ve ihsânlara kimin lâyık olduğunu) çok iyi bilicidir.” 10) Rızâ: “Nefsin arzularını terkederek, Allahü teâlânın hiçbir hükmüne i’tirâz etmemek ve O’ndan gelen herşeyi seve seve karşılayıp râzı olmaktır. Böyle yaparak O’nun rızâsına kavuşmaktır. Böyle olan velîlere, Allahü teâlâ öyle bir nûr verir ki, bu firâset nûru ile insânlar arasında yürürler ve onların ma’nevî hâllerini müşâhede ederler. Bu firâset sahiplerinin derecelerinin de dört mertebe olduğunu bildirmişlerdir: 1. Îmân: Bütün mü’minlerin hâli olup, ağacın çiçeğine benzer. 2. Vilâyet: Mü’minlerden seçilmiş olanların hâlleri olup, ağacın meyvesine benzer. 3. Nübüvvet: Seçilmişlerden seçilmiş olanların (Peygamberlerin) hâli olup, meyvenin özü gibidir. 4. Risâlet: Nübüvvetten de ileri bir hâl olup, özün özü gibidir. Bunlardan ilk ikisi kesbî olup çalışmakla, mücâhede etmekle elde edilebilir ise de, son ikisi vehbîdir. Çalışmakla elde edilemez. Bu, Allahü teâlânın dilediği kullarına verdiği bir lütuftur.”

Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin yazmış olduğu Risale ilel-Hâim’den seçmeler: Ey ihlâsla Allahü teâlânın yolunda bulunmak arzusunda olan sâdık talebe, zâhir ve bâtınını (dışını ve içini) temizle. Bu temizlik olmadıkça mukaddes ve ulvî yüksekliklere ulaşılamaz. Bu temizlik için aşağıdaki on esâsa mutlaka riâyet etmelisin. 1) Beden temizliği: Bundan maksad, gusül abdesti ve namaz için alınan abdesttir. Rûha sıkıntı ve rahatsızlık veren şeyler; umûmiyetle, yiyecek olarak vücûda alınan ve çoğu zaman da fazla olan toprak maddesidir. Bu toprak maddeleri, rûha sıkıntı verirler. Su da, çamuru, kiri temizleyip yıkamak için yaratılmış olduğundan, normal abdest ve gusül abdesti ile, vücut maddî ve ma’nevî kirlerden temizlenip, arınır ve nûrlar parlamaya başlar. 2) Halvet: Çeşitli ve lüzumsuz meşgûliyetlerden kurtulup, kimsenin bulunmadığı bir köşeye çekilmek ve orada, kendi hâlinde ibâdetle meşgûl olmaktır. Bundan maksad, nefsi, oyun ve eğlencelerden, kendisine zararı dokunacak kimselerden, lüzumsuz duygu, düşünce ve isteklerinden uzak tutmaktır. Böyle olunca, nefs zayıflar. Buna mukabil, kalb kuvvetlenir. Uyanık ve sağlam olur. Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır. 3) Devamlı susmak: Çok lüzumlu olmadıkça birşey konuşmamaktır, insanlar, yalan ve münâfıklıktan, az konuşmakla kurtulabilirler. Etrâfındakileri güldürmek, onları memnun etmek ve birşeyler konuşmak için çok konuşan kimselerin, sözlerinde çoğu zaman yalan ve başka günahlar bulunur. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanların yüzükoyun ateşe düşmelerine sebeb olan şey, dilleriyle ekip biçtiklerinden başka birşey midir?” Bunun için büyüklerimiz devamlı susmayı tercih etmişler.

“Şayet bir kimsenin az ise sözü,
Çok geçmez açılır onun kalb gözü”

demişlerdir.

4) Devamlı oruç: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Oruç, (oruçluyu beşeri kötülüklerden koruyan) bir kalkandır.” Nefs ve şeytanın hücumlarına ve attığı oklara karşı korunmak, bu kalkan ile mümkündür.

5) Devamlı zikir: Kalb huzûru içinde (kalb hazır olarak, bütün kalb ile; Allahü teâlâyı anmak, hatırlamak demektir. En faziletli zikir, “La ilahe illallah” demektir. Allahü teâlânın düşmanı olan nefs, insanın içine yerleştirilmiş olup, devamlı O’na isyan etmeye, O’na karşı gelmeye çalışmakta, hattâ ulûhiyyet (ilâhlık) iddia edecek kadar azgınlaşmaktadır. Bunun ordusu ve yardımcıları olan; şeytan, hevâ ve şehvet ise, kendisine yardım etmekte, insanı ebedî felâketlere sürüklemeye çalışmaktadırlar. İşte bunlara karşı en faziletli, en te’sîrli ve en açık kelime “La ilahe illallah”dır. Buna çok devam etmek, nefs ve ordusunu mağlup ve zelîl eder. İnsan, Allahü teâlânın izni ile bunlara galip olunca, kalbi olgunlaşır. Allahü teâlâya yakınlık makamlarına yükselir. Onun nûru ile nûrlanır. Artık bu nûr ile, gözlerin görmediğini görür, kulakların duymadığını duyar. Bu zikre devam etmekle, Allahü teâlânın dostu, Allahü teâlâ da onun dostu olur.

6) Teslimiyet: Allahü teâlânın takdîrine, kazasına râzı olmak ve O’na tam teslim olmak demektir. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Kim amelinde ihlâs sahibi olarak, samimiyetle kendisini Allahü teâlâya teslim ederse, muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır” (Lokman-22), “İyilik eden bir kimse olarak, kendisini tam bir ihlâs ile, Allahü teâlâya teslim eden kimseden, din bakımından kim daha güzel olabilir?” (Nisa-125).

7) Hâtıra birşey getirmemek: Gönlüne, Allahü teâlânın rızâsına uygun düşünceleri getirmek, şeytan ve nefsten gelen kötü düşünceleri de derhâl kalbden uzaklaştırmaktır. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Muhakkak ki, şeytanlar, sizinle mücâdele etmek için, kendi dostlarına mutlaka telkinde bulunurlar” (En’âm-121), “Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. “Malını elinde tut! Eğer tasadduk edersen fakir düşersin” der. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allahü teâlâ ise, lütfundan bir mağfiret ve bolluk va’dediyor” (Bekâra-268).

8) Kalbin üstada (yol gösteren zâta)bağlanması: Kişinin, kendisinden edeb ve ilim öğrendiği zâtı çok sevip ona bağlanmasıdır. Tövbe sûresinin 119. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Ey imân edenler! Allahü teâlâdan korkun (O’nun râzı olmadığı fiillerden sakının) ve sâdıklar ile beraber olun!” Mürşid, evliyâlık yolunda yürümek isteyen bu talebeyi, bu yolda karşılaşabileceği korku, tehlike ve zararlardan koruyan ve onun sür’atle ilerlemesi için ona rehberlik edip, yol gösteren büyük zâttır. Böyle bir zâtla beraber bulunmak çok büyük saadettir. Onunla beraber bulunan, mutlaka ondan istifâde eder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sâlih kimselerin meclisi, güzel kokular satan ıtriyatçı, gibidir. Almasan bile kokusu sana ulaşır. Kötü insanların meclisi ise, demircinin ocağı gibidir. Seni yakmasa bile, dumanı ve kokusu sana ulaşır.”

9) İhtiyâç kadar uyumak: Bu yolda ilerlemek gayretinde olanlar, mümkün olduğu kadar az uyurlar, ibâdette kuvvetlenmek için uyurlar. Niyetleri sağlamdır. Bunun için uyumaları da ibâdettir. Gecenin bir miktarında uyurlar, sonra kalkıp ibâdete devam ederler. Bilhassa, seher vakti (sabaha karşı) ibâdet ve duâ etmeyi kaçırmazlar. O kıymetli vakitte uyumayı kendileri için kayıp sayarlar. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Onlar, geceleri pek az (bir zaman) uyurlar, seher vakitlerinde hep istiğfar ederlerdi” (Zâriyât: 17-18), “(Onlar, o kimselerdir ki, geceleyin namaz kılmak için) yataklarından kalkarlar, azâbından korkarak ve rahmetinden ümidli olarak Rablerine duâ ederler” (Secde-16). Uykunun az olması, kalb gözlerinin açılıp melekût âlemini temaşa etmeye sebeb olur.

10) Yemek ve içmekte zarûret miktarını kullanmak: Yemek ve içmek husûsunda orta hâlli olmaktır, İbâdet yapamayacak derecede zayıflayıncaya kadar aç kalmamak, ağırlık verecek, ibâdetten geri kalacak kadar da yemek yememek demektir. Zâten bu ikinci hâl de caiz değildir. Nitekim A’râf sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Yiyiniz, içiniz! Fakat isrâf etmeyiniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ isrâf edenleri sevmez.” Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Mi’denin üçte biri yemek, üçte biri su için olmalı, kalan kısmı da, nefes almak için boş kalmalıdır.” Büyüklerimiz, devamlı az yemişler, mi’deyi tıka basa doldurmanın fayda değil, bilakis zararlı olduğunu, ibâdette ağırlık ve gevşekliğe sebeb olduğunu bildirmişlerdir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Bir gün yer doyar, bir gün aç kalırım” buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanoğlu karnından daha kötü bir kab doldurmamıştır.” Büyüklerimiz, fazla yemenin kalbi katılaştırıp karartacağını, tembelliğe sebep olacağını, devamlı helaya çıkmak ihtiyâcı hâsıl olup, vakitleri zayi edeceğini, böylece çeşitli ibâdetleri ve faydalı işleri yapmaya mâni olacağını, açlığın çok faydalı olduğunu bildirmişlerdir. İmâm-ı Şiblî’ye “Yakîn nedir?” diye suâl edildiğinde; “Açlık, açlık, açlık” buyurmuştur. Evliyânın büyüklerinden olan bir zât, yemekte sâdece çorba içer, ekmek yemezdi. Böyle yapmasının sebebi sorulduğunda da; “Lokmaları çiğnerken geçecek olan zamana acıyorum. Bu sırada Kur’ân-ı kerîmden elli âyet okuyabilirim” buyurdu.

Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin yazmış olduğu Fevâih-ül-cemâl adlı eserinden seçmeler:

Allahü teâlânın yolunda yürümek arzusunda bulunan sevgili dostum! Gözlerini kapat! Bakalım ne göreceksin. Eğer “Birşey göremiyorum” diyorsan, yanılıyorsun. Bu bir hatâdır. Haddizatında sen o anda görüyorsun. Fakat vücûdun ve görünüşteki varlığının karanlık olması, senin birşey görmene mâni oluyor. Eğer gözlerin kapalı olduğu hâlde göremediğin, aslında var olan şeyleri görmek istiyorsan, o karanlığı yok etmeli, kalb gözünü açmalısın. Bu karanlığa sebep olan şeyleri kendinden uzaklaştırmahsın. Bunlar; senin benliğin, nefsin ve şeytandır. Bunlardan kurtulmanın ilk şartlarından birisi; vücûdu alıştıra alıştıra vücûda alınan gıdayı azaltmaktır. Çünkü nefs ve şeytan, bundan kuvvet alarak sana saldırmaktadır, İnsanları Allahü teâlâya kavuşturan yolda rehberlik eden hakîkî bir yol göstericinin terbiyesi altında yetişip ilerlemeye çalışmak ve bu yolda bulunanların uymaları gerektiği bildirilen kaidelere uymak da elbette lâzımdır.

Vakit: Vakit, keskin bir kılıç gibidir. Eğer böyle olmasaydı, düşünüp taşınıncaya kadar sana mühlet verirdi. Böyle yapmayıp, geçip gittiğine göre, onun keskin bir kılıç olduğu anlaşılmaktadır. Tasavvuf yolunda bulunan sûfiler için İbn-ül-vakt derler. Buna sebep şudur ki; böyle bir kimse, ne geçmişe bakar, ne de geleceğe. Şu ânda içinde bulunduğu vakti değerlendirmeye gayret eder. Geçmişi ve geleceği düşünmek, şu anda içinde bulunulan vakti zayi etmek olduğundan, onlar bununla vakit geçirmezler.

Veli olan zâtın alâmetlerinden ba’zıları: Allahü teâlânın velisi (dostu) olan bir zâtın alâmetlerinden birisi; onun, Allahü teâlâ tarafından korunmuş olmasıdır. Veli olan zât, Allahü teâlânın çeşit çeşit lütuflarına kavuşmuş olarak O’nu istemekte, O’nu aramakta ve O’nun aşkıyla yanmaktadır. Onun alâmetlerinden birisi de; duâsının kabûl edilmesidir. Başka bir alâmeti de; kendisine İsm-i a’zamın verilmiş olmasıdır. Velîlerden her birine, Allahü teâlânın isimlerinden bir İsm-i a’zam (büyük isim) verilir. Velî de o isimle duâ eder ve duâsı kabûl olunur. Bir kimse Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine İsm-i a’zamın, Allahü teâlânın en büyük isminin ne olduğunu sordu. O da; “Bana, Allahü teâlâya âit olan bir İsm-i asgar (en küçük isim) göster. Ben de sana İsm-i a’zamı (en büyük ismi) göstereyim” buyurdu. Soran kimse bu cevaptan çok hoşlanıp; “Evet, O’nun her ismi büyüktür” dedi.

Tevekkül: Allahü teâlânın bildirdiği bütün husûslarda ve her işinde O’na güvenmek, kendisine gelmesi takdîr edilmiş olan birşey varsa, ondan kaçmanın mümkün olmadığını iyice bilip, Allahü teâlânın irâdesine teslim olmaktır. Böylece, O’ndan gelen her şeye râzı olduğu için, kendisi rahat olur. Böylece sahibini, ya’nî Allahü teâlâyı da üzmemiş olur. Eline geçen şeylerden dolayı sevinip, şımarmaz. Kendisine gelen sıkıntılardan dolayı bağırıp çağırmaz. Kendi hâlini düzeltmeye çalışır. Zerre kadar iyilik yapanın mükâfatını, zerre kadar kötülük yapanın da cezasını göreceğini bildiği için, kendisine sıkıntı verenleri, eziyet edenleri, kendisi cezalandırmaya kalkmaz. Onu affeder. Kendisine yaptığı kötülüğün karşılığı olan cezanın ölçüsünü bilemediği için, Allahü teâlâya havale eder. Kendisine iyilik edene de karşılığını vermekten âciz olduğunu düşünerek, onu da Allahü teâlâya havale eder. Bu iyiliği Allahü teâlâdan bilir. Herşeyin, Allahü teâlânın dilemesi ve takdîr etmesi ile meydana geldiğini düşünür. Hadîd sûresinin 22. ve 23. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “(Kıtlık ve kuraklık gibi) ne yerde, ne de (hastalık ve âfet gibi) nefslerinizde bir musibet başa gelmez ki, biz onu yaratmadan önce (o) bir kitapta (Levh-i mahfûzda Allahın ilminde) yazılmış olmasın. Muhakkak ki bu, Allahü teâlâya çok kolaydır. Dünyada olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni’metlerden mağrur olmayasınız. Allahü teâlâ kibirlileri, egoistleri sevmez.”

Öleceğini ve Allahü teâlâya hesap vereceğini bilen kimse, başkasına kötülük yapmayı, kendisine kötülük yapılsa bile ona mukâbelede bulunmayı düşünebilir mi? Rivâyet edilir ki; adamın birisi, âriflerden bir zâtın sarığını alıp kaçtı. O ârif zât, tam aksi istikâmette bulunan kabristana doğru gitti. Orada kendisine dediler ki; “O adam sizin sarığınızı alıp ileriye doğru kaçtı. Siz ise, peşinden gitmediğiniz gibi, geri döndünüz. Tam aksi istikâmette bulunan bu kabristana geldiniz. Bunun sebebi nedir?” O ârif zât, bu suâle şöyle cevap verdi: “Nereye kadar kaçabilir ki? Nereye kaçarsa kaçsın. Nihâyetinde buraya gelmiyecek mi?” İnsanların dönüp dolaşıp gelecekleri yer kabir olduğu gibi, kalbler de Allahü teâlâya sığınır.

Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin yazmış olduğu Risâle-i Necmüddîn adlı eserden seçmeler:

Abdullah bin Ömer’in (r.anhümâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Rûhu gargaraya gelmedikçe, Allahü teâlâ kulun tövbesini kabûl eder.”

Sehl bin Abdullah ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Tövbede esas şudur ki; kişi yaptığı kötülüğe pişman olacak, kötü hareketlerden, iyi ve güzel işlere dönecek, helâlden yiyecek, a’zâlarını kötülüklerden, haramlardan koruyacak ve bütün bunların meydana gelebilmesi için Allahü teâlâdan yardım istiyecek.”

“Tövbe, birkaç ma’nâyı ifâde eder 1. Yapılan günâha pişman olmak. 2. O günâha bir daha dönmemeye kat’î olarak karar vermek. 3. Terk edilen farzları, kaza edip yerine getirmek. 4. Nefse günâhın lezzetini tattırdığı gibi, ona mücâdele elemini de tattırmak.”

İbn-i Atâ ( radıyallahü anh ) diyor ki: “Tövbe, inâbe ve icâbe tövbesi olmak üzere iki kısımdır, İnâbe tövbesi, ceza korkusu ile yapılan tövbedir. İcâbe tövbesi ise sırf Allah sevgisiyle yapılan tövbedir.” Zünnûn-i Mısrî ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: “Her a’zânın bir tövbesi vardır. Kalbin tövbesi, ma’siyeti (günâhları) terk etmek husûsunda uyanık olmasıdır. Gözün tövbesi; haramlara bakmamak, elin tövbesi; kendisinin olmayan şeyi almamak, kulağın tövbesi; bâtıl (bozuk) olan şeyleri dinlememek, karnın tövbesi; helâl yemek, avret mahallinin tövbesi de; kötü işlerden, zinâdan uzak durmaktır.”

Yine İbn-i Atâ ( radıyallahü anh ) diyor ki: “Tövbesini sâdece dil ile yapmayıp, fiili ile de tövbe ettiğini doğrulayanın tövbesi kabûl olunur.”

Vera’ (Haramlardan ve şüpheli olan şeylerden titizlikle sakınmak): Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Vera’nın üç alâmeti vardır: 1. Gadab (kızgınlık) hâlinde de, rızâ hâlinde de adâlet üzere bulunmak. 2. A’zâları kötülükten ve başkalarına sıkıntı vermekten muhafaza etmek. 3. Herkesle iyi geçinmek, tanıdıklara, arkadaşlara geçim işlerinde yardımcı olmak, ahdine vefa etmek ve bunlara devam etmek sûretiyle Allâhü teâlânın rızâsını kazanmaya çalışmaktır.”

Dinin özü vera’dır. Bişr bin Haris ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: “Amellerin en zoru üçtür: 1. Kendisinin ihtiyâcı olduğu halde cömertlik yapmak. 2. Kimsenin bulunmadığı yerde, yalnızlık hâlinde de vera’ ve takvâ sahibi olmak (kötülükten sakınmak). 3. Kendisinden korkulan veya ba’zı menfaatler ümid edilen kimsenin yanında, hak sözü söyleyebilmektir.”

Yûnus bin Ubeyd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Vera’, bütün şüphelilerden arınıp, her an nefsi hesaba çekmektir.”

Ruveym ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Vera’, kişinin kendisini tamamen tâate vermesidir.”

Sehl bin Abdullah ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâyı terk etmek (ya’nî haram ve şüpheli şeylerden kaçıp mübahları kullanmak) vera’nın başıdır.”

Zühd (dünyâya düşkün olmamak, şüpheli olmak korkusu ile mübahların çoğunu terk etmek): Sehl es-Saîdî anlatıyor “Birisi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelip; “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel gösterin ki, onu yaptığım zaman, beni, hem Allâhü teâlâ, hem de insanlar sevsin” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdular “Dünyâya rağbet etmezsen, Allâhü teâlâ seni sever. İnsanlarda bulunana rağbet etmezsen, insanlar seni sever.”

Muhalled bin Hüseyn ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâda zühd; helâlinden kazanıp yemektir.”

Abdullah-i Antâkî ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Zühd, dört şeyden ibârettir 1- İşleri Allâhü teâlâya bırakmak, 2- İnsanlardan uzak kalmak, 3- İhlâs (herşeyi Allah rızâsı için yapmak), 4- Sıkıntı ve musibetlere sabretmek.”

Yahyâ bin Mu’âz buyurdu ki: “Hakîkî zâhid, dünyâyı terki, onu istemesinden ve muhafaza etmesinden daha fazla olan kimsedir.”

Hadîd sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni’metlerden mağrur olmayasınız. Allâhü teâlâ kibirlileri, egoistleri sevmez.”

Büyüklerden birisi buyurdu ki; “Zühdün aslı, bu âyette bildirilen şeydir.”

Yine büyüklerden birisi buyurdu ki: “Zühd; tûl-i emeli terketmek, sâlih ameli çok işlemektir.”

Büyüklerden birisi de buyurdu ki: “Zühd, mahlûkların sevgisini kalbden çıkarıp, uzleti (yalnızlığı) istemektir.”

Ebû Türâb Nahşebî ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Birisi Hâtim-i Esâm’a ( radıyallahü anh ) gelerek, zühdün evveli, ortası ve sonunun ne olduğunu sordu. Hâtim-i Esâm buna cevaben; “Zühdün evveli Allâhü teâlâya güvenmek, ortası ihlâs ve sonu sabırdır” buyurdu.

Buyuruldu ki: “Zühd, sâdece muhtaç olduğun kadar birşeyi yanında bulundurman, fazlasını terketmendir.”

Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Elinde bulunan şeyin kimin rızkı olduğunu bilmezsin. Aradığın şeyin nerede olduğunu da bilmezsin. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim dünyâya rağbet etmeyip, âhırete rağbet ederse, Allâhü teâlâ o kimsenin kalbinden dünyâ sevgisini çıkarır. Zenginliği gözünün önüne koyar. Dünyâda, o, sâdece kendisi için takdîr edilip taksim edilen şeye kavuşur.”

Hâtim-i Esâm buyurdu ki: “Zühd üç şeydir: 1- Dünyâyı terk etmek, 2- Dünyâya ehemmiyet vermemek, 3-. Başkalarını kendisine tercih etmek, isar sahibi olmak.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdular ki: “İlminin artması, zühdünü (dünyâya düşkün olmamasını) arttırmayan kimse, Allâhü teâlânın gazâbını arttırır.”

Ebû Bekr-i Verrâk ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Zühd, ze, he ve dal olmak üzere üç harftir. (Ze) dünyâ zînetini terk etmek, (he) hevâyı, nefsin arzu ve isteklerini terketmek, (dal) ise dünyâyı terk etmek demektir.”

Zâhidlerden bir zât, Ebû Yezîd-i Bistâmî’yi ( radıyallahü anh ) ziyâret için gelmişti. Karşılaştıklarında, Ebû Yezîd ona; “Hangi makamdasın?” diye sordu. “Zühd makâmındayım” dedi. “Zühdün hangi husûstadır?” deyince, “Zühdüm dünyâyadır” dedi. “Senin zühdün “La şey” hakkındadır. Çünkü dünyâ, evvelinde de, sonunda da hiçbir şey değildir. Bunun için dünyâya “La şey = Hiçbir şey değil” denir” buyurdu. Bu sözden çok hayrette kalan o kimse; “Peki siz hangi makamdasınız?” dedi. Ebû Yezîd; “Zühd makâmındayım” deyince, o kimse; “Zühdünüz hangi şeyedir?” dedi. Bunun üzerine Ebû Yezîd Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; “Zühdüm, kerâmetlere, hâllere ve makamlaradır (ya’nî ben, keşif ve kerâmetler sahibi olmaya rağbet ve merak etmem. Rabbimin rızâsını kazanmaya gayret ederim)” buyurdu.

Sabır (Herhangi bir belâya, musibetlere, ilim öğrenirken çekilen zahmetlere ve günah işlememeye devam etmekteki sıkıntılara tahammül etmek):

Enes bin Mâlik hazretlerinin, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizden haber verdiği bir hadîs-i kudsîde Allâhü teâlâ buyuruyor ki: “Kulumun başına bir belâ ve musibet gelir de, buna sabreder, kendisini ziyâret edenlere şikâyette bulunmazsa, ona, kendi etinden daha hayırlı bir et, kendi kanından daha hayırlı bir kan veririm (onun için yaratırım), onun hiç günahı kalmaz. Eğer vefât ederse, rahmetime kavuşur.”

Zeynel’âbidîn Ali bin Hüseyn ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bugün tâat husûsunda sabr göstermek, yarın âhırette azâba karşı tahammül etmekten çok daha kolaydır.”

Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Mü’minin ahlâkı; zenginlikte iktisâd, genişlikte şükür, belâ ve musibet zamanında sabırdır.”

Sehl bin Abdullah’a ( radıyallahü anh ) sabır sorulduğunda, sabrın dört şekilde olduğunu bildirerek buyurdu ki: “1. Musibetlere sabır, 2. İbâdetleri yapmaya devâm etmekte sabır, 3. İnsanların eziyetlerine karşı sabır, 4. Fakirliğe sabretmek. Musibetlere sabrettiğin zaman ecir ve sevâba kavuşursun. Tâate (ibâdetleri yapmaya) sabrettiğin zaman, Allâhü teâlâdan yardım bulursun, insanların eziyetlerine sabrettiğin zaman, insanlar seni sever. Fakirliğe sabrettiğin zaman, Hakkın rızâsına kavuşursun. Sabır; nefsi, arzu ve isteklerinden men etmektir.”

Kazaya rızâ göstermek: Hadîs-i kudsîde Allâhü teâlâ buyurdu ki: “Kim benim kazama rızâ göstermez, verdiğim belâya sabretmez ve ni’metlerime şükretmezse, benim yerimden ve göğümden çıksın. Kendine benden başka Rab arasın.”

Hâris-i Muhasibi ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Rızâ, hüküm cereyan ederken kalbin sükûnet hâlinde bulunmasıdır.”

Hâtim-i Esâm ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Eğer Allahü teâlânın sevdiği bir kul olmak istersen, Allahü teâlânın kazasına rızâ göster! Yerde ve gökte tanınmak istersen, doğruluğa sarıl!”

Cüneyd-i Bağdadî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Rızâ, Allahü teâlâdan gelen belâ ve musibeti ni’met olarak görmektir.”

Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Senin kullarının en zengini kimdir?” diye suâl edince, Allahü teâlâ; “Benim verdiğime rızâ gösteren kimsedir” buyurdu.

Tevekkül: Allahü teâlâ, Talak sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Bir kimse Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir.”

Ömer bin Hattâb’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi size de gönderirdi. Kuşlar, sabahları mi’deleri boş ve aç gider. Akşam mi’deleri dolmuş, doymuş olarak döner.”

Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İbrâhim aleyhisselâmı (mancınığa koyup) ateşe atarlarken: “Hasbiyallah ve ni’mel vekîl (Bana Allahım yetişir. O ne iyi vekîl ve ne iyi yardımcıdır.) dedi.”

Sehl-i Tüsterî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Tevekkül mertebelerinin evveli, kulun Allahü teâlâya teslimiyeti, ölünün, yıkayıcıya teslimiyeti gibi olmasıdır”

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Tevekkül, vekîl olarak Allahü teâlâdan râzı olmak, rızık için endişe duymamak, ömrünü, bugün içinde olduğu günden ibâret kabûl etmek. Tûl-i emel sahibi olmamak, vakitlerini ibâdet ve tâatle geçirmeye gayret etmektir.”

Yakîn: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki; “Sabır, îmânın yarısıdır. Yakîn ise, îmânın tamâmıdır.”

Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle buyurdu: “Yakînin alâmeti; kötü âdetlere muhalefet, kendisine gelen iyilikleri insanlardan değil de, Allahü teâlâdan bilmektir.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Hiçbir kimse, yakînden sonra, Allahü teâlâdan afiyetten daha büyük birşey istememiştir.”

Cüneyd-i Bağdadî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Yakîn, şüphenin olmamasıdır.”

Susmak: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki; “Kimi selâmette olmak sevindirirse, susmak onun san’atı olsun” buyurdu.

Îsâ aleyhisselâm da şöyle buyurdu: “Allahü teâlâyı anmaktan başka herşeyde susmalıdır. Çünkü çok söz, kalbin kasavetini (katılığını) çoğaltır.

Lokman Hakim oğluna buyurdu ki: “Ey oğul! Söz gümüşse, sükût altındır. Konuştuğum için pişman oldum, fakat, sustuğum için pişman olmadım.”

Zünnûn-i Mısrî’ye, insanların en sabırlısının kim olduğu sorulunca; “Diline en çok sahip olandır” buyurdu. Eshâb-ı Kirâmdan biri, Resûlullaha gelerek; “Bana nasihatta bulunun yâ Resûlallah!” deyince, mübârek dillerine işâret ettiler. Ya’nî “Dilini muhafaza et” buyurdular.

Recâ (Allahü teâlânın rahmetinden ümidli olmak): Allahü teâlâ, Zümer sûresinin 53. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “(Yâ Muhammed! Kullarıma benim tarafımdan) de ki: “Ey (günah işlemekte) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden (ve tövbe ederseniz, tövbenizi kabûl edeceğimden) ümid kesmeyiniz!”

Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde buyurdu ki: “Ey Âdemoğlu! Bana duâ edip (benden isteyip) ümid ettiğin zaman, yer dolusu kadar da olsa, ben senin günâhlarını af ve mağfiret ederim.”

Hazreti Ali, oğullarından birine buyurdu ki: “Oğlum! Bütün hayır ve tâatler senin olsa, bunların seni kurtaramıyacağı korkusuyla Allahü teâlâdan kork! Dünyâdaki bütün ma’sıyetler ve günahlar senin olsa bile, Allahü teâlânın onları af ve mağfiret edeceği ümîdi ile de Allahü teâlâdan ümidli ol!”

Ebû Abdullah bin Âsım Antâkî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kimin Allahü teâlâ hakkındaki ümîdi samimî ve doğru olursa, Allahü teâlâdan istemekte gayretli olur. Bir kimse Allahü teâlâdan ümîd eder de taleb (istemek) için gayret göstermezse, O’na karşı cür’ette bulunmuş olur. Allahü teâlâ hakkında zannı güzel olanın ameli de güzel olur.”

Fakirlik: Ma’rûf-i Kerhî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kul için hayır murâd ettiği zaman, onu iyi işlerle meşgûl eder. Onu nefsine bırakmaz ve fakirlerin sohbeti ile rızıklandırır.”

Abdullah İbni Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kendisine duâ etmesi için mü’min kuluna fakirlik verir.”

Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) fakirlikten suâl edildiğinde; “Zâhirî sıkıntı, bâtınî ni’mettir” cevâbını verdi.

Açlık: Ebû Süleymân-ı Dârânî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Açlık, ibâdetin özü, dilin muhafazası, sağlam bir kal’adır. Dünyâ sevgisi, her türlü kötülüğün başıdır. Açlığa yapış! Çünkü açlık, nefsi alçaltır. Kalbi inceltir, rakîk yapar.”

Yine Ebû Süleymân-ı Dârânî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mi’de dolu olunca, kalbe gaflet basar, İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mi’deyi haram ile dolduranların hâli acaba nasıl olur!”

Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İki şey kalbi karartır. Çok yemek ve çok uyku.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Az gülmek sûretiyle kalblerinizi ihyâ ediniz! Açlıkla onları temizleyiniz!”

Yahyâ bin Zekeriyyâ (aleyhisselâm), İblîsi görüp; “Ey mel’ûn! Âdemoğlunu en rahat ne zaman yakalarsın?” diye sorunca, “Âdemoğlu doyuncaya kadar yediği ve kanıncaya kadar içtiği zaman” dedi.

Nefsin arzu ve isteklerini terk etmek: Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “Kim Cenneti çok arzu ederse, hayır olan işlere koşar. Kim Cehennemden korkarsa, şehvetlerden (nefsî arzu ve isteklerden) vaz geçer. Ölümü murâkabe eden, düşünen kimse, lezzetlerden vazgeçer.”

“Dünyâya rağbet etmeyen kimseye, musibetler hafif gelir.”

Yahyâ bin Mu’âz’a ( radıyallahü anh ) “Doğruda olmanın alâmeti nedir?” diye sorulunca; “Nefse muhalefet etmektir” buyurdu. “Nefse muhalefet etmenin alâmeti nedir?” denildiğinde; “Nefsin arzu ve isteklerini terk etmektir” buyurdu. “Günah işlemenin sebebi nedir?” denildikte; “Nefsin arzu ve istekleridir” buyurdu.

Hazreti Ali, oğlu Hazreti Hüseyn’e; Necâtın (kurtuluşun) üç şeyde olduğunu bildirerek buyurdu ki: “Doğru yolda bulunmak, takvâ sahibi olmak ve nefsin arzu ve isteklerini terk etmektir.”

Tasavvuf: Sırrî-yi Sekâti ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Sûfî, güneş gibidir. Herkes onu görür. Fâidesi herkese ulaşır. Herkes onun aydınlığından istifâde eder.”

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Tasavvuf, nefsi atmaktır.”

Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Mü’minlerden Öyle erkekler vardır ki, Allahü teâlâya verdikleri sözde sadâkat ettiler” (Ahzâb-23), “Nice adamlar vardır ki, ne bir ticâret, ne de bir alış-veriş, onları, Allahü teâlâyı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz” (Nûr-37)

İhlâs: Bir hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki: “İhlâs, benim sırlarımdan bir sırdır ki, onu kullarımdan sevdiğim kimsenin kalbine koyarım.”

Ubûdiyyet: Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlânın en çok râzı olduğu kimse, Allahü teâlâya ibâdet ile yetişen gençtir. Allahü teâlâ, meleklerine bu kimse için; “Benim gerçek bir kulumdur” buyurur.”

İbrâhim bin Edhem ( radıyallahü anh ) bir hizmetçi satın aldı. Hizmetçiye; “Sen ne yersin?” diye sordu. Hizmetçi; “Bana ne verirsen onu yerim” dedi. “Ne giyersin?” deyince, hizmetçi; “Bana ne giydirirsen onu giyerim” dedi. İbrâhim bin Edhem ( radıyallahü anh ); “İsmin nedir?” dedi. Hizmetçi: “Bana ne isim verirsen, benim ismim odur” dedi. “Sen ne iş yaparsın?” deyince; “Bana ne emredersen onu yaparım” dedi. Bunun üzerine; “Senin hiç irâden yok mudur?” dedi. Hizmetçi de; “Efendisinin yanında kölenin irâdesi olmaz” dedi. Kölenin bu cevâbı üzerine, İbrâhim bin Edhem kendi kendine; “Ey miskin, acaba sen ömür boyu Hak teâlâya böyle kul olabildin mi? Kulluğu bundan öğren” deyip, ağlayarak kendinden geçti.

Allahü teâlâya karşı edeb: Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin 159. âyet-i kerîmesinde, Sevgili Peygamberine hitâb ederek, meâlen buyuruyor ki: “Eğer kaba (şefkatsiz, kötü ahlâk sahibi, merhametsiz), katı yürekli olsaydın, elbette muhakkak ki onlar (Eshâb-ı Kirâm), senin etrâfından dağılıp giderlerdi.”

Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kişinin çocuğunu terbiye etmesi, onun için her gün yarım sa’ sadaka vermesinden daha hayırlıdır.”

Süfyân-ı Sevrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Güzel edeb, Allahü teâlânın gadabını giderir.”

Yûsuf bin Esbât ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Edebin alâmetleri; sürçme ve tugyan (taşkınlık) korkusuyla dili muhafaza etmek, kötü sözü terketmek, dostlarına ve arkadaşlarına çok ihsânda bulunmak, onlar sözünü bitirmeden sözlerini kesmemek, onlara ihtiyâçlarını giderecek kadar yardımda bulunmak, arkadaşının yanında bacak bacak üstüne atmamaktır.”

Güzel ahlâk: Allahü teâlâ, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) medhederek, Kalem sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Şüphesiz ki sen, güzel huylu olarak yaratıldın” buyurdu.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Kıyâmet günü mizanda en ağır gelen şey güzel ahlâktır.”

Diğer bir hadîs-i şerîfte de; “Kişi, güzel ahlâkı sebebiyle, gündüz oruç tutup, gece ibâdet eden kimsenin derecesine ulaşır” buyuruldu. Hazreti Aişe vâlidemize, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ahlâkı suâl edildiğinde; “O’nun ahlâkı, Kurân-ı kerîm ahlâkı idi” diye cevap verdi.

Yûsuf bin Esbât, güzel ahlâkın alâmetlerinden bir kısmını şöyle bildirmiştir: Az muhalefet etmek, insanların ayıplarını araştırmamak. İstenmeyen durumlara sabır göstermek. Nefsini kınamak. Kendi ayıpları ile meşgûl olmak. Büyük-küçük herkese güleryüz göstermek. Dünyâ mertebesi ne olursa olsun, herkese iyi muâmele etmek.

Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Güzel ahlâk üçtür 1. Mes’ûliyeti gerektirecek işlerden uzak durmak. 2. Helâlinden kazanıp, yemek. 3. Çoluk çocuğun geçimini te’min etmek.”

Cüneyd-i Bağdadî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere kavuşturur. Hem Allahü teâlânın katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur. 1. Hilm (yumuşaklık ve sabır) sahibi olmak, 2. İlim sahibi olmak, 3. Cömert olmak, 4. Güzel ahlâk sahibi olmak. Yine dört haslet vardır ki, bu hasletler de sahibini en aşağı derecelere düşürür. Allahü teâlâ katında ve insanların yanında sevilmeyen birisi olur. 1. Kibir (büyüklenmek), 2. Ucb (amellerini beğenmek), 3. Cimrilik, 4. Kötü ahlâk.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Sizin bana en yakınınız, Allahü teâlânın katında ahlâkça en güzel olanınızdır.”

Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Güzel ahlâk; verdiğin çok şeyi az görmen, sana verilen az şeyi çok görmendir.”

Haya: Bir hadîs-i şerîfte Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Haya îmândandır.”

Ebû Süleymân-ı Dârânî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kul haya sahibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Haya kalbe yerleştiği zaman, nefsin arzu ve istekleri ondan uzaklaşır.”

Lokman Hakîm oğluna nasihat ederek buyurdu ki: “Oğlum! insanların yanında konuşmaktan çekinip utandığın şeyi kalbinden at!”

Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan haya etmiyen kimse, insanlardan da utanmaz.”

Sehl-i Tüsterî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Âfetlerin evveli, cehâlet, sonra nefsin arzu ve isteklerine meyletmek, sonra hayayı terk etmektir.”

Ali ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kendisini tanımayan, insanlara nasîhatta bulunmayan, mahlûklara şefkat etmeyen, Rabbinden haya etmeyen, günâhlarına pişman olmayan kimse, dünyânın belâ ve musibetlerinden ve âhıret azaplarından nasıl kurtulabilir?”

Hüsn-i zan: Büyüklerden biri buyurdu ki: “Her tüccârın bir sermâyesi vardır. Âriflerin sermâyesi de, Allahü teâlâ hakkında iyi ve güzel zan sahibi olmalarıdır.”

Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Sizden birisi Râbbine isyan eder, ma’siyet üzere olur. Sonra da durup; “Benim, Rabbim hakkında zannım güzeldir” der. Eğer hakîkaten Rabbi hakkında zannı güzel olsaydı, bunun te’sîri amellerinde görülürdü. Nitekim Fussilet sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde (böyle kimseler için) meâlen; “İşte Rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helake düşürdü ve ziyana uğrayanlardan oldunuz” buyurulmaktadır.”




Necmeddin-i Kübra, havatır-ı nefs olarak bilinen nefsin mesaj ve telkinlerini açıklarken şöyle buyurur:
“Müridlere gelen havâtırın en şiddetlisi budur. Çünkü nefs insanın iç dünyasının kralı gibidir. Ordusunu ise şehvet, hevâ, heves, hayvanî ruh meydana getirir. Mürid ise o anda kördür, tehlikeleri göremez. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edemez… Nefis, insani bünyede domuz hırsı, köpek düşmanlığı,  panter kızgınlığı, kurt fesadı, tilki hilesi, maymun ihtirası, eşek şehveti, öküz arzusu, şeytan hilesi ve hased ateşi ile dolu olarak bulunur. "
Ya ilahî tabiatımızdaki bu Hayvanî sıfatları melekî sıfatlara yükseltiver, halimizi en güzel hale tebdil eyleyiver…”
____________________________________
Kübrâ El-Usûlü'l-Aşere adlı eserinin girişinde, Allah’a ulaşmanın üç farklı yolundan(tarîk) bahseder:
- Tarîk-i Ahyâr: ibadet ve amel-i sâlih ile dindarlığı gerçekleştirenler.
- Tarîk-i Ebrâr: riyâzet ve mücâhede ile iç dünyalarını imâr edenler
- Tarîk-i Şuttâr: Aşk ve cezbe ile manen Allah’a doğru seyir halinde olanlar.
Devamında tasavvuf yolunun on temel esasını (usûl-i aşere) ele alıp izah eder ki, bu esaslar da şunlardır:
1-Tevbe,
2-Zühd,
3-Tevekkül,
4-Kanaat,
5-Uzlet,
6-Devamlı zikir,
7-Allah’a teveccüh,
8-Sabır,
9-Murâkabe,
10-Rızâ.
Bu tasnif daha sonraki yüzyıllarda sufiler arasında çok yaygınlık kazanmıştır.


/*****/

TASAVVUFÎ HAYAT

                                                            Necmeddin-i Kübrâ

“Sevgili dostum, iyi bil ki Allah sevdiği ve razı olduğu için seni başarıya ulaştırdı.Murad ve mürîd O’nun nurudur.Allah hiçbir kimseyi karanlıkta bırakmamış, hiç kimseye zulmetmemiştir. Çünkü hepsinde kendisinden bir ruh, bir akıl bulunduğu gibi hepsi için de “kulak, göz ve gönüller” (Ahkaf, 46/26) yaratmıştır.” (S.93)
“Zikir ateşi, “herşeyi yakıp yok eden”, (Müddessir, 74/28) bir ateştir. Girdiği evde (kalbde) şöyle der:“Ben varım artık benimle başka hiçbir şey olmayacak”. Bu ise “La ilâhe illellah” (Allah’tan
başka hiçbir ilâh yoktur) anlamındadır.Evde odun varsa onu yakar, odun ateş olur.Şayet ev karanlık ise zikir nur olur, karanlığı yok eder, evi nura boğar. Evde nur olunca ona zıt ve rakip olamaz, aksine zikir, zâkir (zikreden kişi), meşkur (zikredilen, Allah) dost olurlar”Nur üstüne nur” (Nur, 24/35) olur o zaman.” (S.95) “Meleklerin gelişi umumiyetle insanın arkasından, bazan da üstündendir. Melekler topluluğundan ibaret olan sekînette (Bakara, 2/248; Tevbe, 9/26) böyledir.Sekînet kalbe iner. O zaman kalpte bir rahatlık, doygunluk ve tatmin bulursun.” “Bunda Peygamberin seninle beraber olduğunun alâmet ve işareti ise gayr-ı ihtiyarî olarak dil ile O’na olan salat ve selâmın devam etmesidir.”(S.99) “Yine birgün seher vakti halvette zikrederken
meleklerin tesbihini işitmiştim. Hakk Taâlâ sanki dünya semâsına inmiş, melekler de; babası kızıp kendisini döveceğini anlayan çocuğun “tevbe, tevbe” deyip korktuğu gibi korkan ve kurtuluşu
taleb ve arzu eden hallerle sözlerini süratle söylemeye başlamışlardı. Korku halleri şiddetlenen meleklerin “Ya Kadîr, Ya
Kadîr, Ya Kadîr Ya Muktedir”, diye yalvarmalarını duydum.” (S.99-100) “Saf hâtır-ı Hakk ise ilhamla olur, ilham sahihtir. Gelen ilhama akıl, nefs, şeytan, kalp ve melek itiraz edemez, onu reddedemez. Bu ilhâm bazen gaybet hâlinde iken gelir. O zaman
daha net bir şekilde hissedilir ve zevk hâline daha yakın olur.
Bundaki sır ve incelik, Hakkânî havâtırın ilm-i ledünn (marifet, keşf, ilham...) olmasıdır. Yani ilham gerçekte hâtır değildir,Allah’ın ruhlara “elest bezmi”nde “Ben sizin Rabbınız değil miyim”diye
hitabettiği (A’raf, 7/172) ve “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti...” (Bakara, 2/31), âyetinin işaret ettiği ezelî ilimdir. Ruhlar da bunu böyle öğrendi. Ruhlar, ilm-i ledünnîyi şu anda da öğrenmek
durumundadırlar. Ancak bu ilim, bazan vücut ve varlık karanlığı ile örtülür.” (S.100) “Bir kere gaybet hâlinde iken Hz.Peygamberi yanında Hz. Ali olduğu halde gördüm.Hemen koşup Ali’nin elini tutup musafaha ettim. O anda bana ilham geldi: Resûlullah’tan gelen haberlerde şöyle bir şey işitir gibi oldum: “Kim Ali ile musafaha ederse Cennete gider” Döndüm Hz.Ali’ye “Bu hadis sahih midir?” diye sormaya başladım. “evet Resûlullah (s.a) doğru söylemiştir. Benimle musafaha eden Cennete girer”, dedi.”
(S.100-101)
“Tâbi ve uydu ruhlar şerefli ruhlardan bilgi alırlar. Bu öğrenme şu anda da devam etmektedir. Fakat bu şehadet âleminde değil gayb âlemindedir. Velîlerin ruhlarının peygamberlerin ruhları
karşısındaki durumu gibi.”
“Ebu Hasan Harakani (öl. 425/1033) şöyle diyor: “Bir gün öğle üzeri arşa yükseldim, tavaf etmeye başladım. Bin veya bine yakın tavaf ettim. Bu esnada arşın etrafında, tavaflarını beğenmediğim
halde benim tavaflarımın süratinden şaşıran sakin ve mutmain bir topluluk gördüm ve sordum:
-Kimsiniz, tavafınızdaki bu soğukluk ve ağırlık
nedir?
-Biz meleğiz dediler, biz nuruz, tabiatımız böyledir. Bundan daha farklı bir şey yapmaya gücümüz yetmez, dediler. Bu defa onlar:
-Sen kimsin, tavafındaki bu sürat ve hareket nedir?
-Ben dedim, insanoğluyum. Bende nur ve nâr özelliği vardır.
Süratim ise şevk ateşinin sonucudur.” (S.101)
“Yüce Allah bazan, işindeki incelik ve hikmetin gereği olarak şeytan vasıtası ile kullarını kurb makâmına ulaştırır. Bu şöyle olur: Şeytan halka karşı riya gayesi ile o kulların kalplerine ibadet sevgisini yerleştirir.Böylece onlar da halkın iltifatı için ibadet ederler. Halkın onlara iltifatı ve ilgisi arttıkça ibadete olan rağbetleri de artar.Bunun tadını aldıktan sonra gerçek kulluğun deryasına dalarlar. Diğer taraftan ibadet sadece Hak için olmak ister, başka türlü olmaktan imtina eder. İşte bu şekilde zikirlerle Hakk’a ibadet etmenin lezzetini tadarlar.”(S.102)
“Birgün halvette yalnız olarak zikirle meşgul olurken şeytan geldi. Halvet ve zikir hayatımı karıştırıp bozmak için hile ve tuzaklarını artırdı. O anda elimde bir himmet kılıcı hasıl oldu. Ucundan
kabzasına kadar üzerinde: “Allah”, “Allah” kelimeleri yazılı idi. O kılıçla, insanı meşgul eden ve Allah’ı zikirden alıkoyan hâtıraları kovuyordum. O anda kalbime “Hıyelu’l-merîd ale’l-mürîd” (Azgın şeytanın mürid için kurduğu tuzaklar) ismi ile halvette bir kitap yazmak hatırıma galdi, (kalb hâtırı). Şeyhim izin vermeden böyle bir eser yazmam sahih olmaz, dedim. Benim şeyhim arasındaki rabıtanın sıhhatli olması sebebiyle sesini işittim. Şöyle diyordu: “Bu hâtırı bırak.. Şeyhime gaibte (rabıta yolu ile) danıştım. Allah bundan uzaktır bu hâtır şeytandandır. Şeytan, kendisine merid (azgın ve inatçı gibi çirkin ve kötü) bir isim verdi. Böylece şeytan kendine sövmez (kötü isim vermez) zannettin onun böyle yapacağını uzak bir ihtimal saydın. Gayesi seni (kitap yazmakla)
meşgul edip Hakk’ı zikirden alıkoymak ve işini sarpa sarmaktır.”
“Gönlünün fezasında veya kalbinde bir hâtır hissettiğin zaman hemen şeyhinle müşavere et. O, bu hâtır-ı Hakk’tır derse, bil ki, o öyledir. Bu hâtır-ı nefsdir ve şudur, budur dediği zaman iyi bil ki
onun söylediği doğrudur. İşte zevke ulaşıncaya kadar senin için kaide bu yol ve usûldür.” (S.103) “Tasavvufî hayatın başlangıcı sonuna nisbetle böyledir. Şüphesiz ki onun da başı hastalık sonu
sıhattır. Zira başlangıçta kalp hastadır. Hassas ve titiz tabib durumunda olan şeyh tarafından tedavi edildiğinde sıhhate ve selâmete kavuşur. Bu sebeple (ibtida halindeki sâlik) başlangıçta
ibadetteki lezzeti acı, günahtaki acılığı da tatlı bulur.” “Velayet mertebesine ulaşan havvastan (namaz ve oruç gibi) günlük ibadet yapma sorumluluğu kalkar mı?.
Teklifin, meşakkat mânasına gelen külfetten alınmış olması mânasında evet, düşer. Zira velîler külfet ve meşakkat söz konusu olmaksızın ibadet ederler, tersine ibâdetten zevk alır, bundan hoşlanırlar. (Bu anlamda teklif düşer)” (S.104)
“Şüphesiz ki namaz bir münacaattır. Lâkin âbid şeytana muvafık, Rahman’a muhalif olduğu sürece münacaatın lezzetini tadamaz, aksine ona yük olur meşakkat veriri. Zira muhalifin münacaatı beden için zor ve güçtür.Fakat âbid Rahman’a muvafakat, Şeytan’a düşmanlık etti mi, onun hakkında münacaattır. Lezzetlerin en iyisi de budur. Namaz, sevgili ile sohbet halini alır.En lezzetli şey işte budur.”
“Hadramî’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Bir kısım insanlar ‘benim hululî’ olduğumu söyliyorlar. Ben ise kullardan tekliflerin düşeceğini söylüyorum. Peki Allah’tan başka bir varlık görmediğim halde nasıl ‘ben hululî’ olabiliyorum? Çocukluğumdan bugüne kadar hiç kaçırmadığım virdim ve zikrim olduğu halde teklifin düştüğünü nasıl söyleyebilirim? Evet ama ben şunu demek istiyorum: Allah’ın has kullarının ibadetinde külfet yoktur.” “İnsan uyuduğu, az da olsa vücudun ağırlıklarından kurtulduğu ve vücut denizi ile duyguları kapandığı
zaman, göz, kulak, tatma, ağız, el, ayak ve diğer bir beden nevinden, gayb âlemine başka duyu organları açılır. (O bu organlarla ) görür ve işitir. Gaybdan yemek alır ve yer. Bazen yemekten sonra uykudan kalktıktan sonra bile ağzındaki bu yemeğin tadını bulur. Konuşur, yürür, tutar, uzak yerlere gider, uzaklık onun için engel teşkil etmez.Ve o vücut, bu vücudumuzdan daha mükemmeldir.” (S.105)
“Muhayyile gücü bir mânayı, o mânaya lâyık bir kıyafet içinde tahayyül eder, tasavvur gücü o mânaya sûret ve şekil verir, Meselâ adî bir düşman köpek suretinde, haysiyetli bir düşman aslan şeklinde, büyük bir adam dağ biçiminde, padişah deniz tarzında , faydalı bir adam meyveli ağaç şeklinde, faydasız adam meyvesiz ağaç biçiminde, fayda ve rızık yemek halinde, dünya necaset ve koca karı vaziyetinde... tasavvur edilir, böyle suretlerde görülür. Tabir ilmindeki sır işte budur.”
(S.106)
“İlk İstiğrak, ziriden vücudun istiğrakıdır. Bu da sadecce vücut ve varlıktaki habis ve pis parçaların yok edildiği, tayyib ve iyilerinin bırakıldığı zaman vukua gelir. O zaman varlığın zikrini işitirsin. Her
parça ve zerreden, borazanın üflemesi veya davulun sesi gibi zikir sesini duyarsın. Bunların zikri tam düzgün olunca, bu ses bal arısının vızıltısı haline gelir.” (S.107-108)
“Düzgün hale gelmeden (İstikâmet) evvel, zikir baş dairesinde vukua gelir. Çünkü baş yüksek yerdedir. Oradan, kös, boru ve debdebe sesleri işitirsin. Zikir bir sultan ve kraldır. Debdebe ve şaşaası her gittiği yerde kendisiyle beraberdir. Nice kereler bu durum, delirme ve ölüm tehlikesi oluncaya kadar devam eder. Fakat sâdık kimselere böyle durumlar zarar vermez.”
“Yine halvette zikrederken, şiddetli bir baş ağrısı ile beraber, bu tip sesler duydum. Halbuki ben, bu hususta sâdık ve samimi idim, o huzurdaki ayakların toprağına kendimi feda etmiştim. Bu ses ve sıkıntıları şeyhime anlattım. “Ölmeden ve aklını oynatmadan önce hemen halvetten çık, zikri bırak”, dedi. Ben, “Yolda iken ölmem,
herhangi bir (tasavvufî makâmda ve) konakta ,iken ölmemden daha iyidir”, dedim. Bunun üzerine şeyh: “Ben şu andaki iç durumumdan haber veriyorum. Yok eğer bu yolda canını feda etmeye samimi olarak azmetmiş isen, bu gibi şeylere neden aldırıyorsun”, şeklinde karşılık verdi. Bu durum ve sıkıntılar Allah bu düğmeyi çözünceye kadar bir hafta devam etti. Zikir tekrar başıma doğru indi, yerleşti. Mutluluk, nefsin istekleri, ruhların lezzetleri ve kalplerin güzellikleri zuhûr etti.” (S.108)
“Bu davul ve boru seslerini muteakıp çeşitli tonlarda sesler duyarsın. Su şırıltısı, rüzgâr sesi, yanmak üzere olan ateşin çatırdısı, geyik sesi, at ve yavrusunun uyurken çıkardığı ses, fırtınalı havalarda rüzgârın salladığı ağaç yapraklarının çıkardığı ses... vs. gibi.”
“Yer, gök ve ikisi arasındaki şeyler bu unsurlardandır. İşte bütün bu sesler, sözkonusu cevherlerin, unsurların zikirlerinden ibarettir. Bu sesleri işiten kimse Allah’ı her lisanla (bütün varlıkların çıkardıkları seslerle) tesbih ve takdis etmiştir.” (S.108)
“İkinci İstiğrak. Bundan sonra zikir, başın yan tarafından daireye benzer yuvarlak bir kapı açar. Buraya yukardan önce bir karanlık, sonra bir ateş daha sonra bir ateş daha sonra da bir yeşillik iner.
Karanlık vücudun karanlığı, ateş zikrin ateşi, yeşillik ise kalbin yeşilliğidir.”(S.109)
“Kalp bu esnada ferahlık hisseder (bağlarından çözülür). Sıhhatlı olması halinde Rabb (c.c)a rağbet eder. Bu istiğrak fenâ anlamındaki istiğrak değil, kalpte meydana gelen zikrin istiğrakıdır. Kalp, bir kuyu, zikir ise içindeki suya sarkıtılan ve su
çıkarılan, boşaltan bir kova gibi hissedilir. Bu anda organlarda uçma (hissi) meydana gelir, alışılmışın dışında zaruri hareketler görülür, titreyen kişinin (refleks) hareketleri gibi.” “Sen ne zaman zikirden susarsan, sükût haline geçersen, göğüsteki kalp zikir taleb etmek için harekete geçer. Tıpkı ana karnındaki çocuğun
hareketi gibi.”
“Kalbin zikri, arı vızıltısına benzer. Ne çok yüksek perdeden karışık bir ses ne de aşırı derecede alçak ve gizli bir ses!” (S.109)
“Kalbte meydana gelen zikrin alâmet ve işareti, önünde süratli bir şekilde nur saçan bir menba müşâhede etmendir.” (S.109)
“Bir başka alâmet ve işareti şudur: Zikir sağ tarafı, açar ve orayı damgalar. Tıpkı sende bir çıban çıktığı zaman bıraktığı iz gibi bir işaret bırakır. Ve oradan zikir nurları fışkırır. Sonra bu iz döne döne kalpteki zikir işinin yanına varır, zikirle beraber kalp hizasına varır. Oradan yandan arkaya doğru bir dönüş yapar.”(S.109)
“Üçüncü İstiğrak. Zikrin sırra düşmesidir Bu da Mezkûra (Allah’a) ulaşan zâkirin zikirden gayboluşudur. Onda gark, olması ve aşk şaşkınlığı içinde bulunmasıdır. Bunun alâmetlerinden biri, sen zikri bıraksan bile zikrin seni bırakmamasıdır. Bu sana gaybet hâlinden huzûr haline geçişini hatırlatmak için zikrin sende, iç dünyanda uçmasıdır. Bir başka alâmeti de zikrin başını ve diğer organlarını bağlamasıdır.”
“Şu halde huzûr hâli olmaksızın harflerle yapılan zikre, dilin zikri; kalpteki huzûrun zikrine kalbin zikri; mezkûrda huzûrdan gaybet zikrine sırrın zikri denir.”(S.110)
“Zikrin –sadece dil ile söylense bile – büyük bir saltanatı (ve kudreti) vardır. Fakat vücut ve varlığın perdeleri, zikir saltanatının perdelerinden daha kalın ve kuvvetli olduğu için onun yanında zuhûr etmesi mümkün değildir. İşte Seyyar, uyku veya gaybet hâli ile vücudu sözkonusu perdelerden soyununca vücudun bu zayıf halinden istifade ile zikir sultanı ortaya çıkar.” (S.110)
“İyi bil ki, seyr ü sülûkun sonunda yüzde zuhûr eden bir takım daireler vardır. Her sağa ve sola bakanda görülen nurdan yapılmış iki göz dairesi bunlardandır. İki göz ile iki kaş arasından zuhûr eden Hakk’ın nuru dairesi de bunlardandır. Yalnız bu dairenin – gözde olduğu gibi- ortasında nokta yoktur.” (S.111-112)
“Birgün halvette iken gaybet hâline girdim. Sonra yükseltildim, doğan bir güneşin önüne kadar getirildim. Onun şiddetli ve büyük kuvvetine göğüs gerdikten sonra güneşe sokuldum. Sonra bunu
şeyhim Ammar Yasir’e (Öl.582/1186) sordum. “Allah’a hamdolsun” dedi. “Ben de bu gece ikimiz birlikte Mekke’ye gittiğimizi gördüm. Güneş göğün tam ortasında olduğu bir sırada Mekke’de Harem-i Şerifte bana şöyle dedin:
-‘Ey Şeyh ben kimim?’ ‘Beni tanıyor musun?’
-‘Sen kimsin’, dedim. Bunun üzerine sen:
-‘Ben gökteki şu güneşim’ diye karşılık verdin.”
“Kudsî ruh latîftîr, semavîdir. Himmet kuvveti ile dolup taştığı zaman, semâya bitişir ve semâ onda garkolur.” (S.112)
“Gaybet hâlinde iken müşâhede ettiğin gökyüzünü; semâyı şu gördüğün semâ zannetme. Gayb âleminde daha latîf daha yeşil, daha saf daha parlak sayısız ve hesapsız gökler vardır.
Kendi iç saflığını artırdıkça ve ilerlettikçe gökyüzü de sana daha açık, güzel ve saf görünür. Bu durumun Allah’ın safasını seyredinceye kadar devam eder. Allah’ın safasında seyr, seyr-ü
sülûkun sonudur. Aslında Allah’ın safasının sonu yoktur.”
“İyi bil ki Allah’ın bir takım mahdar (mazhar, meclâ ve tecelligâh) ları vardır. Bunlar sıfatların tecelli ettiği yerlerdir. Bir mahdarı, öbür
mahdardan hâlinle ayırdedebilirsin. Bu makâma yükseldiğin zaman, elinde olmaksızın dilinden o mahdarın ve mazharın onunla ismi ve sıfatı çıkıverir. Sonra mahdarı ve mahdarın sıfatına
ulaşırsın.” (S.113)
“Hakk’ın her sıfatından da kalbin bir hissesi vardır. Dolayısıyla bu sıfat kalpteki nasip ve bölümü vasıtasıyla tecellî eder. Bu suretle sıfatlar sıfatlar için, zâtlar zâtlar için tecellî eder.” (S.114)
“Yüz dairesi saf ve temiz hâle gelince- su kaynağının parlaklığı ve berraklığı gibi-nur saçar.
İki kaş ve iki göz arasında olan bu nur kaynağı sebebiyle Seyyar nur kaynağını kendi yüzünde hisseder. Daha sonra yüz tamamen nura garkolur, önünden yüzünün hizasına kadar olan kısmı böylece nurdan bir yüz olur.”
“Daha sonra bu saflık ve safiyet bütün bedeni kaplar ve önünde kendisinden nurlar çıkan bir şahıs müşâhede edersin. Seyyar bu anda, vücudunun her yerinden bu şekilde nurlar fışkırdığını hisseder. Nice kereler olur ki bütün benlik perdeleri ortadan
kalkar. İşte o zaman bütün bedeninle bütünü ve küllü görürsün.”
“Basiretin açılışı gözden başlar. Sonra sırayla yüz, göğüs, daha sonra ise bütün vücutta ortaya çıkar. Önündeki bu nuranî şahıs sûfilerce “mukaddem”, “şeyhu’l-gayb”, ya da “mizanu’l-gayb” diye
isimlendirilir.” (S.115)
“İyi bil ki, melek, nefis ve şeytan senden ayrı ve senin dışında bir varlık değil, aksine sen onlarsın. Bunun gibi, yer, gök, Kürsî, Cennet,Cehennem, hayat, ölüm...de senin dışında olan şeyler değil, sende bulunan şeylerdir. Seyredip saflaştığın zaman bu (sır) sana açıklanacak inşaallah.”
“İyi bil ki “Allah yerin ve göklerin nurudur”(Nur, 24/35). Peygamberin nuru O’nun izzet nurundan, velîlerin ve müminlerin nuru ise peygamberin nurundandır. Demek ki nur ancak Allah’ındır. Şu iki âyetin sırrı da budur: “İzzet isteyen kimse bilsin
ki izzet (şeref, kuvvet) Allah’ındır” (Fatır, 35/10);
“...Şeref Allah’ındır, Peygamberlerinindir, müminlerindir” (Münafikûn, 63/8)”

“Alın hizası bu noktaların görülmesine tahsis edildiği için ancak orada görülebilir. Çünkü görüş buradan yapılmaktadır.” (S.116)


“Gayb âleminde Allah Taâlâ’nın yazdığı kitaplar vardır. Bir kısmı noktalarla, bir kısmı hareketlerle, bir kısmı da harflerle yazılmıştır.”
“Seyyar önce-Kur’ân gibi-yazılan, anlaşılan ve idrâk edilen kitaplar görür. Sonra sır vaki olur. Onu bazan da vücut ve varlığın unutturucu karanlığından dolayı onu anlıyamaz. Sonra kare ve
daha başka şekilde hareketlerle yazılan kitaplar görür. Onları anlar ve okur, böylece ilm-i ledünnîyi öğrenir. Tekrar vücuduna döndüğü zaman hepsini unutur. Fakat kalbindeki bu anlayışın tatlılığı devam eder.” (S.117)


“İyi bil ki, Seyyarlardan herbirine ism-i âzamlardan bir tane verilmiştir. İsm-i âzam kalplerden fışkırır. İsm-i âzam âyetlerin bütününün bir araya gelmesiyle hasıl olur. Âlem-i gayb ve âlem-i
şahadetteki bütün delillerin ortaya çıkış nisbetine göre ism-i âzamın harflerinden biridir.”
“Mahabbet marifetin (bigi) meyvasıdır, çünkü bilmeyen sevemez. O’nun bize olan mahabbeti bizim O’na olan muhabbetimizden daha öncedir.
Kişi sevdiği şeyi sık sık zikreder ve anar.” (S.118)
“Zât tevellî edince heybetiyle tecellî eder. Bunun üzerine Seyyar ufalır, yok olur. Küçülür ve ölecek gibi olur. O anda şöyle bir ses işitir: “Ahad, Ahad.... (“Bir,Bir!.). Zâtından fânî olunca O’nunla
bâkî olur ve O’nunla yaşar.”
“Bazan Seyyar gaybet hâline girer, o zaman Hakk O’nu kendisine yükseltir. O’da kendinde rubûbiyeti tadar. Bu zevk bir anda olur. Allah’ın (azze ismuhu) bu zevki kuluna taddırması makâmların ve
kerâmetlerin en yükseğidir.”(S.119)
“İstihlâk mahabbetin eseridir. Mahabbette ilk adım nefs için mahbûbun arzu edimesidir. Sonra nefsin kendisine fedâ edilmesidir. Daha sonra ikiliği unutmasıdır. En son merhale ise vahdaniyyette fenâ bulmasıdır. Mahluklarda kesintisiz ve sürekli bir hâl olmak üzere bir hâl olarak biz işte bunu tattık.” (S.120)
“Mahabbetin sonu aşkın başlangıcıdır. Mahabbet kalp için, aşk ise ruh içindir.”
“Bu işin sonu nedir? Cevabı şudur: Bu işin sonu baş tarafa dönmektir. Ve bu işin başlangıcı cinsin kendi cinsini taleb ve arzu etmesidir. Bu ise o cinsten (O’ndan) bir nur ve lutufdur. Bu da şehvete temennî, yüreğe (fuad) irâde, kalbe (gönüle) sevgi,
ruha aşk, sırra vuslat, himmete tasarruf, sıfata saflık, zatta fenâ ve onunla bekâ, hâlini meydana getirir.”(S.121)
“Güç, kuvvet ve takat süfilere göre mal ve hâl ile olur.Hâl, şehvetin nefsin, kalbin veya ruhun kuvvetidir. Mal ise bilindiği gibi sadece nefis ve şehveti takviye eden bir şeydir.”
“Nefis ve şehvetin de bâkî olma özelliği var mı ki bunu aynı tasnife soktunuz? Cevap olarak deriz ki:
Nefis bu gayeyi kendisine gaye edinirse, tezkiye edilir, temize çıkar. Temizlenen kendini kınar (nefs-i levvâme), kınayan zikreder, tatmin olur ve kalbe dönüşür. Şehvet te bunun gibidir. Fânîden
bâkîye indiği sürece kalbte şevk, özlem ve rağbet hâline gelir. O zaman kalbten at iniltisine benzer bir ses işitir. Bu nefse takvanın ilham edilmesinin ve şeytanın müslüman oluşunun sırrıdır.” (S.122)
“Kalp ve ruh, ikisi sadece Hakk’ı arayan, O’na âsi olmayan ve O’nun emrettiğinin dışında bir şey yapmayan Hakk’ı talebte cehd sarfeden iki haktır.”

“Hâl, yolculuğun sebepleri, (âlet ve edevatı) makâm ise yoldaki konaklar gibidir.”
“İşe yeni başlayan kimse yol çocuğudur. Ortada olan olgun kişidir. Sonra olan ise şeyhtir, ihtiyardır.”
“Yavrunun kanadı, orta yaşlının kanadı gibi, orta yaşlının kanadı da müntehinin kanadı gibi değildir.”
“Yavrunun kanatları havf-recâ, orta yaşlının kanatları kabz-bast,ihtiyarın kanatları ise üns ve heybettir.” (S.123)
“Onlardan sonra marifet, mahabbet fenâ-bekâ, vaslfasl, sahv-sekr, mahv-isbat kanatlarına yükselir (ve bu kanatlarla uçar)” (S.123-24)
“Çocukların âdetî böyledir. Bir müddet karakışa benzeyen havfta, bir müddet cehenneme benzeyen recanın sıcaklığında, kalırlar bir müddet orada müstakim ve düzgün hale gelirler. Bu onların zaaf
ve eksikliklerinden ileri gelir.”(S.124)
“Kabz ve bast orta yaşlı kimsenin iki kanadı haline gelmiş ve onun işlerini dengeleyen bir terazi gibi olmuş, ikisi arasında bir yol teşkil etmiş ondan sağa veya sola sapmak Seyyar için bir sıcaklık veya
soğukluk halini atmıştır. Zira bunun sebebi her ikisinde yani kabz ve bastın havf ve recadan, - derece yönünden-bir mertebe üstün
oluşudur.Sebebi de şudur: Havf ve recanın sebebi ilimdir, kabz ve bastın sebebi ise Seyyardaki kadîm kudretin tasarrufudur.” (S.124-125)
“Bu meydana girişin ilk günlerinde kalp bazan-iz ve eseri yüzde görülecek şekilde- bast hâlinde, bazan da yine izleri yüzde tezahür edecek şekilde kabz hâlinde olur. Bu, kabz ve bast meydanındaki telvîn makâmıdır. Müstakîm olan kimse burada
hem kabz hem de bast hâli içinde olur. Fakat cahil bir kimse onu gördüğünde sadece kabz hâlinde olduğunu, hâlden anlayan bir kimse onu gördüğünde hemen onun içinde bast cevheri bulunan bir kabz hali dolabı olduğunu alnından okur.”
“Ceberut ve kibriya sıfatları onları yüceltir onlar ise, cemâl ve rahmet sıfatlarını gizlerler. Sanki hatırlama, ağır davranma ve vakardaki şiddetten dolayı zincirle bağlanmış gibi bedenleriyle kabz halindedirler. Rüzgârın estiği bir yerde güzel koku satan kimse gibi de ruhlariyle bast halindedirler.” (S.125)
“Cemâl sıfatların celâl sıfatlara nisbeti sûret ve dış güzellikleri yönünden kadın-erkek arasındaki güzelliğe benzer. Mâna itibariyle ise, durum bunun tersidir, (Erkek kadından, celâl cemâlden daha güzeldir).”
“Cüneyd Bağdadî şöyle diyor: “İçinde olduğumuz durumu sultanlar bilseydi, o hali elde etmek için muhakkak bize kılıçlarıyla savaş açarlardı”. (S.126)
“Orta yaşlı zat bu iki kanatla şeyh meydanına doğru uçar. Ve orada kabz bast, heybet üns ile yer değiştirir. Heybet ve üns kabz ve bastın bir üst derecesidir.”
“Şeyh olan kimse dahi bu iki kanatla sırat-ı müstakîm ve istikametten sapabilir, sağa sola kayar. Bu onun telvini ve temkînidir. Telvîn bazan, kerem, lutuf, rahmet ve fazl gibi cemâl sıfatlarının tecellisi ile olur. Bu halde şeyh ünse gark olur. Bazan da kuvvetli bir tutuş, satvet, izzet, büyüklük, yücelik, güç, kudret gibi celâl sıfatlarının tecelli etmesiyle olur. O zaman da şeyh heybet hâline gark olur.”
“Hem korkan (haif) hem ümid eden (râci) İslâm makâmındadır. Kabz ve bast hâlinde olan iman ikân makâmındadır. Üns ve heybet sahibi muttaki bir âriftir.”
“Heybet ve ünsten, mahabbet ve marifet kanatlarına ve fenâ-bekâ kanatlarına yükselir.”
“Kabz ve bast ise sıfatların meyvesidir. Onun için bu noktada Seyyar orta yaşlı bir kimse durumundadır. Zira sıfatlara vâsıl olmuştur.” (S.127)
“Havfın tam ve mükemmel oluşu devamlı ilimle, kabz ve bastın tamamlılığı ise devamlı olarak yapılan sabır ve şükre bağlıdır. Üns ve heybetin mükemmel oluşunun sebebi de devamlı rızâ ve tefvîz dir.”
“Marifet ve mahabbet kanatları aynı yerde ve aynı hizada beraberce bulunmazlar. Daima marifet kanadı mahabbet kanadından öndedir.”(S.128)
“Her irfan kendi gücü oranında mahabbet ve şevki beraberinde getirir.”
“Seven kimse sevgide fâni olunca, sevgisi, sevgilisinin sevgisi ile birleşecek ve bütünleşecektir. Artık o zaman ne kuş ne de kanat
vardır. Bu takdirde onun uçuşu ve sevgisi –kulun Allah’a olan mahabbeti ile değil- Hakk’ın kendisine olan mahabbeti ile Hakk’a aittir.”
“Hâl seni bir makâmdan diğer bir makâma nakleden şeydir. Makâm ise yorulduğun zaman oturduğun ve dinlendiğin yerdir.”(S.129)
“Vakit keskin bir kılıçtır. Şayet keskin olmasaydı düşünüp taşınıncaya kadar seni beklerdi. Halbuki zaman keskin bir kılıç gibi geçip gidiyor, hükmünü icra ediyor. Sûfî ibnu’l-vakt tır, vaktin oğludur. Çünkü onunla beraber döner. O, geçmişe de bakmaz geleceğe de. Çünkü onun maziye veya müstakbele bakması geçmişi veya geleceği düşünmesi şu andaki vaktinin boşa harcanması demektir.”
“Murâkebe sevgili olan Hakk ile sûfînin karşılıklı birbirini gözetlemesi demektir.”
“Hayır, şer, başkasına kulak verme ve yönelme nevinden kulun yaptığı her şeyi Hakk Taâlâ gözetlemekte ve denetlemektedir. O
Rakîbtir.”
“Sûfî de belâ ve dostluk nevinden üzerime ne gelecek diye Hakk’ı gözetlemekte onun rakîbi olmaktadır. Bunları, yolun başında sabır ve şükürle, yolun ortasında şükür ve isâr ile, başka bir zaman da bütün bunları tek bir hal olarak karşılar (ve lutfun da kahrın da hoştur, der).” (S.130)
“Allah kendisine dönenlerin kalblerini, kendisinden gelen bir nur ile bağlar, o zaman Seyyar kendisi ile gökyüzü arasındaki rabıtayı, sanki ikisi bir şeymiş gibi tadar.”
“Küçükken ıssız bir evdeki bir kısım eşyayı beklemek için orda tek başına gecelemiştim. Eve hırsız girecek, diye durmadan şeytan vesvese, nefsim ise vehim veriyordu. Halbuki kapılar da kapalı idi. Ben de gaybî duyguların ortaya çıkışı, hislerin yanılması ve korkunun şiddetinde olacak ki hırsızın var olduğunu zannettim. Sanki adamın tıkırtısını duyuyordum. Kapının yanına geldi, kapıyı çaldı, kapalı olduğunu anladı, sonra sürgü ile oynamaya başladı, nihayet kapıyı açtı ve içeri girdi. Aklım başımdan uçtu, bayıldım. Ertesi gün öğleyin aklım başıma geldiği zaman kendi kendime
“bana ne oldu”, dedim. O anda gece hırsızı eve girişini ve bazı eşyayı alışını hatırladım. Hemen eşyaya baktım. Hepsi yerli yerinde. Kapıya koştum o da kapalı. O zaman bunu himmetimin yaptığını anladım. Çok korkulduğu zaman, (hayalî) korkunç şahısların zuhur etmesinin ve görünmesinin sırrı, bu sır (ve vehim)dir.”
“Cem’iyet kalbin Arşa ulaşması, başka bir ifade ile Arşın kalbe kavuşmasıdır. Veyahutta yolun ortasında ikisinin karşılaşmasıdır. (Cem’iyetu’lcemiyet). Cemu’l-cem ise kalp ve arşın Hakk’ta yok olmasıdır. Bu ise Hakk’ın her ikisi üzerine istiva etmesidir.”
“Allah’ın Arşı istiva etmesi (Bk. Furkan, 25/59; Taha 20/5) kalpleri istiva etmesine göredir. Şu kadar var ki Arşı istiva etmesi celâlî, kalpleri istiva etmesi ise cemâlîdir.” (S.131)
“Bu da “Rahman ve Rahîm”in mânasıdır. Rahman Arşa istiva eden, Rahîm kalpte tecellî edendir.” (S.131-132)
“Rahman kelimesini söylediğin ve bir başkasından işittiğin zaman, büyüklük, yücelik,kudret, azamet, kuvvetlice yakalama ve tutma gibi bütün celâl sıfatlarının toplamını o kelimede bulur ve hissedersin. Aynı şekilde rahîm kelimesini söylediğin veya başkasından duyduğun zaman ise, nimet, selâmet, âtıfet, kerem, lutuf, rahmet gibi cemâl sıfatlarının tümünü tadar ve hissedersin.”
“Ruhlar, sırların mahalleri ve halk ile Hakk arasındaki alâkalar ve bağlar haline getirilmişlerdir. Bu kâinat ile onu meydana getiren (mükevvin ile mükevven) arasındaki bir iştir.”
“Bu söylediğim mânayı Allah’ın şu ifadesi sana daha iyi açıklar: “...Sana ruhun mahiyetinden sorarlar. De ki, o Rabb’imin emrinden ibarettir....” (İsrâ, 17/85)

Bu ifade, ruhun mânası konusunda bir sükût ve susma değil, aksine onu bir tefsirdir. Fakat Allah, ile peygamber ve müminler arasındaki sırdan dolayı cevap vermekten susmaya benzer.”(S.132)
“Bu makâma ulaştığım ruh levhimde yazılan ilk yazı şu idi: “Bismillahirrahmanirrahim”Besmeledeki “Allah” kelimesinin mânası “Rahman ve Rahim” diye açıklanıyordu. Yani marûf (bilinen) cemâl ve celâl sıfatlarıyla mevsuftur.”

“Birgün gaybet halinde iken Resûlüllah ve ashabını görür gibi oldum. Sordum: “Ya Resûlallah Rahman’ın anlamı nedir?” Resûlüllah cevaben: “O Arşa istiva edendir” (Taha 20/5; Furkan, 25/59) dedi. Bu defa: “Peki Rahîm ne demektir?” buna karşılıkta: “O müminler için Rahîmdir” (Ahzab, 33/43) diye bana âyetlerle karşılık verdi.”
“Bazan şiddetten sonra ferahlık, heybetten sonra üns, kabzdan sonra bast, fetretten sonra rağbet, hâllerinden sonra, Allah’a yönelen kimse için vechi kerimin bütün daireleri sanki tesbih imiş ve tesbih ediyormuş gibi ortaya çıkarlar. O zaman Allah’ın mübarek vechinin nurları tecelli eder.”(S.133)

“Halvette bulunan zâkir, zikre başlar ve zikri de kalbe ulaşır basireti ve kalb gözü açılır, halvetle ünsiyet eder sadece zaruri ihtiyaçları için halvetten çıkar, sonra tekrar halvete girer ve zikre başlarsa çekirge sürüsü gibi zikir orduları Seyyara hücum ederler. Bunlar, arı vızıltısına benzer bir ses çıkarırlar. Ordu, Seyyarın arkasından dolanarak onu sarar, çepeçevre kuşatır. Tıpkı ateşin odunu kuşattığı gibi.”
“Bir gün ona giden yoldaki engelleri ve perdeleri kendi irâdem olmadan aşıp geçtim. Daha doğru bir ifade ile, bu perdeler ötesi âleme geçirildim ve orada ölümün tadını tattım.”(S.134) “Sonra tekrar vücuda (normal hâle) döndüm. Bütün yorgunlukları atmış müsterihdim. Şevk, yakîn kulluk ve hayret ile dolu idim.”
“Kalb ve ruh toprağa ait parça (ve ağırlıklardan) kurtulduğu ve ruhî kuvvetlerle takviye edildiği müddetçe Seyyar da oturma, uykusuz kalma ve zikir yapma hâline devam eder. Uyumak için
yanını yere koyup yattığı zaman bile, kesinlikle bilir ki, yerde yatmış olmakla beraber Aziz ve Celîl olan Allah’ın zikri ile oturmaktadır. Bu hale son derece taaccup eder.”
“İşte bunun gibi kim zikir için ayakta durmayı âdet haline getirir, sonra oturursa, kendisini devamlı ayakta hisseder. İşte o zaman Hay ve Kayyûm (Bk. Alu İmran 3/2; Bakara, 2/255) olan, kendisini bir uyku ve uyuklamanın olmadığı (Bakara, 2/255) zat ona tecellî eder. İşte “daimâ kâim olan” “kıyamı dâim olan”da böyledir. (Seyyar, Allah’ın Kayyûm, daimâ kaim, Hay ve uyumayan vasıflarının mazharı olur).”
“Seyr hayatının başlangıç ve bitiş mertebeleri arasındaki Seyyarın durumuna gelince: Yatırılmaz ve çok uyutulmaz. Kendi irâde ve isteği ile yattığı zaman ise üstünden etrafını çepeçevre saran zikir
askerlerini görür. Onların arı vızıltısına veya rüzgar sesine benzeyen seslerini işitir. Artık bu seslerden uyku kaçtığı için uyuyamaz. Bu durum zâhirî duyguların zayıf, bâtınî hislerin, kalbî duyguların kuvvetli olduğu zaman meydana gelir.”(S.135)
“Bununla beraber şeyh bazan sadece müridin işini tamamlamak veya bazı faydalar için onu halvete sokar, bazan da herhangi bir fayda gözeterek halvete başlatır. Meselâ müridin içi kötü şeyla dolu olur, şeyh de bu gibi şeyleri, halvet sopasından başka bir vasıta ile söküp atmaya kâdir olamaz, onun için müridi halvete sokar.” “Halvete ilk olarak girdiğim zaman içimde bir nevi riyâ ve şöhret duygusu, bu tarikatı minberlerden insanlara anlatma ve aktarma arzusu vardı” “Sonra anlayabildiğim kadarıyla “Bu yol
doğrudur” diye bende bir keşif meydana geldi. Fakat halvetin temeli bozuktu. Çünkü gayem sahih ve niyetim sadık değildi. Halvetin dışında bir miktar kitaplarım vardı, onları düşünür dururdum. Bu kitaplar onbir kerre beni halvetten çıkardılar.” (S.136)
“Ruhumu ele aldım ve kendi kendime: ‘İşte o budur al onu’ dedim. Kitaplarımı vakfettim elbiselerimi hediye ettim. Paraları tasadduk edip dağıttım. Dünyayı arkama ittim kıyameti önüme getirdim. Ar ve namus elbiselerini çıkardım, insanlar hakkımda şöyle düşünsünler diye: “Perişan ve zelil oldu, boyun eğdi veya aklını yitirdi, olacağı bu idi zaten”. Kendimi şeyhin önünde teneşir tahtasındaki ölü gibi hissettim. Şöyle dedim: “Şimdi kabre gireceğim ve kıyamet kopmadan oradan çıkamayacağım”. Nihayet, geriye kalan üzerimdeki bu elbise benim kefenimdir. Şayet halvetten çıkmak için aklıma bir şeyler gelir ve bunlar da kuvvetlenirse-insanların yanına çıplak çıkmaktan haya edip çıkmamak için –şu üzerimdeki elbiseyi yırtar parça parça ederim. O zaman sadece halvethânenin duvarları benim için elbise vazifesini görür. Bütün bunlar kurtuluş ve necata karşı olan aşırı şevkimin neticesidir.İşte bu düşüncelerle girdiğim halvetten şeyhimin izin ve müsadesi olmadan çıkmadım, ayrılmadım.”
(S.136-137)
“Şeyhim Ammar Yasir, bana şöyle demişti: “Halvete girdiğin zaman sakın nefsinle konuşma.Kırk günlük halveti tamamlayıncaya kadar buna uy. Nefsiyle konuşan kimse daha ilk gün halvetten çıkarılır. Eğer konuşacaksa nefsine şöyle desin:
‘Burası kıyamet gününe kadar senin kabrindir. Bunu iyi bil’”
Sonra sözüne şunu ekledi: “Bu çok ince bir noktadır ve bununla ancak (Hakk’a) ulaşanlar ikaz olunur.”
“Halvete ısındığı zaman onun zıddı olan şeylerden sıkılır. Bundan sonra kendisi için halvete girdiği zatın zikri ile ünsiyet kurar. Bu Hakk Sübhanehu ve Taâlâ’nın zikridir. Bazan zikir ünsün önüne geçer. Fakat umumiyetle birlikte yarışır ve yekdiğerini takib ederler.” (S.137)
“Zikirle meşgul olan Seyyar kendisine şöyle seslenilen bir makâma ulaşır: Zikrin, seni nasıl zikrettiğini görmek için zikretme. Çünkü o mezkûrdur. Zâkir değildir. İnsan devamlı olarak Hakk’ın mezkûrüdür. Ancak Allah ile aralarındaki koyu karanlıklar ve kesif perdeler sebebi ile bunu işitememekte ve duyamamakta. Onlar işitmezler ve bu hâli hissetmezler.”
“Mürid, zikirde istiğrak hâline ulaştığı zaman sûlükü inkıtaa uğrayanların kaldıkları yerde kalmasın, diye zikri bırakmasını şeyh ona emreder.”
“Seyyar dil ile yaptığı zikirle uzun bir zaman geçirdikten sonra, kalbin bu zikirden bıkıp usandığı bir noktaya ulaşır. Artık dil ile yapılan zikir.kalbi karıştırır, teşvişe uğratır. Onun için dili, zikretmekten alıkoyar, kalbteki huzuru devam eder senelerce dil ile zikredemez.Bu şahıs mümin, mukîn ve mutkındır. Ancak, farz namazları kalp takvası ile fiilen eda eder. Çünkü kalp, farzların
terk edilmesi yolunda asla fetva vermez. Hiçbir zaman şüpheli konularda da fetva vemez.” (S.138)
“Biri semâya çıkan, diğeri oradan inen iki soğukla, dâhil ve bâtın serinler, harareti gider. O zaman Seyyar, soğukta donuk bir hale gelir. Bu af soğukluğu ve serinliğidir. Neşe, sevinç, hafiflik ve
rahatlık içinde ve kötü olmayan, iyi olan bir şekilde Seyyar donar. Bu donukluğa elbiselerin çokluğu veya evin sıcaklığı fayda vermez. Hatta ateşe de girse durum değişmez.”
“Namaz aydınlığı ve neşesi bu ateşin-tamamını değilse bile-bir kısmını söndürür öbürlerine kâfi gelmez. Onların sönmesi için kısas, had, keffaret ve hepsine tevbe etme soğutucularına ihtiyaç vardır.” (S.139)
“Yakıtı, taş kesilen kalpler ve insanlardan meydana gelen ateş tutuşturulunca, kalbin sahibi Rabbını unutur ve böylece ateş yiyeceğini ve yakıtını temin eder.(Bk. Tahrîm, 66/6). Ateş doyunca heyecanı sukûnet bulur, o zaman günahkâr olan durumunu hatırlar, bâtıldan yüz çevirip Hakk’a yönelmeye gayret eder.” (S.139-140)
“Bu soğukluk da bir cüzdür, onun da yok olmayan bir küllü vardır. Ancak bu da külle katılır. O kül Cehennemdeki Zemherîr (soğuk yer) dir.” “Halvet, zikir, oruç, temizlik, susma, nefyu’lhavâtır (hatıraları kovma, ve yok etme),râbıta ve arzuları tevhid etmekle kalbin aynası bu pastan temizlenip parlatılır.”
“Zikir ateştir, törpüdür ve çekiçtir. Halvet, demirci ocağıdır. Oruç ise iç ve dış temizlik, cilalama âletidir. Susma ve nefyu’l-havâtır Seyyara gelen karanlık vâridleri yok etmektir. Rabıta talebedir,
istekleri tevhîd etmek de öğretmendir.”(S.140)
“Bie defasında Mağrib’de iken birine âşık olmuştum. Himmetimi (ve manevi gücümü) onun üzerine musallat kıldım. Himmetim onu aldı, bağladı ve benim dışımdaki herşeyden menetti. Fakat başka râkibleri bulunduğu için sustu, açık açık konuşamadı. Bununla beraber lisan-ı hâl ile benimle konuşmaya başladı. Konuştuğunu
anlıyordu. Aynı şekilde ben de onunla konuşuyor ve bunu anlıyordu. Bu iş, ben o, o ise ben oluncaya kadar devam etti. Ve aşk ruhun mutlak saflığına düşmüş oldu. Ruhu, bir seher vakti bana geldi, yüzü toprağa sürmekte idi. “Ey şeyh elamân, elamân! Beni öldürdün, yetiş!” diyordu. Ne istiyorsun, dedim. “Gelip ayağını öpmek için beni çağırmanı istiyorum” dedi. İzin verdim. İstediğini yaptı. Sonra yüzünü kaldırdı gönlümden kâm alıp rahatlayıncaya kadar kendisini öptüm!” (S.140- 141)
“İsteseler de istemeseler de canlıların nefislerindeki zikir, alıp verdikleri nefeslerdir. Çıkan ve giren her solukta Allah (c.c)ın ismi vardır. Bu da “he” sesidir. Çıkan “he” nin kaynağı kalptir, inen “he”
nin kaynağı ise Arştır. “Hû” kelimesindeki vav ise ruhun ismidir.”
“Şeyhlerden biri-Sehl b. Abdullah Tüsterî (Öl. 283/986) olduğunu zannediyorum-müridlerine şöyle demişti: “Size bir belâ ve musîbet geldiği zaman sakın oh! demeyin. Çünkü bu şeytanın ismidir ‘Âh’ deyin. Bu Allah’ın ismidir” “vah”, “vah” da böyledir. Çünkü bu, “Hû”nun ters dönmüş şeklidir.” “Dil bir harf ile zikretmek için kâfi gelmez. Çünkü lisan çift olan şeylerdendir. (küçük dil, büyük dil).
Kalb ise böyle değildir. Zikr için bir harf ona kâfidir. Çünkü kendisi de herkesin göğüs boşluğunda bir tanedir.” “Allah kelimesindeki “he” bu “he” dir. Elif ile lâm harf-i tariftir. İkinci lâmın şeddesi tarifi
kuvvetlendirmek içindir. Bu durumda sondaki “he” ile tarif lâm’ı sakindir. Arapça gramerine göre iki sâkin harf yanyana gelince birincisi kesre ile harekelenir. O zaman Elihe olur. Ama bu takdirde fiile benzer ve vezninden çıkar. Daha sonra bir “lâm” ilave edilir ve bu lâm kardeşi olan öbür lâm’a eklenir ve birinci aslına uygun olarak cezm edilmiş halde kalır, ikincisi harekelenir. Bütün
bunlar İsm-i a’zamın “h” olduğuna dikkati çekmek içindir.”
“”He”sakindir dedik, zira onun aslı kalbtendir. Kalp daire biçimindedir. “He” harfinin yazılıştaki şeklinin yuvarlak oluşu bu mânaya işaret etmektedir. Daire, merkezi ve aslı olan noktadan
ayrılmaz, hareket etmez. Kalp dairesinin merkez noktası ise Hakk’tır” (S.141)
“Sözkonusu ettiğimiz “ha”, ağzımızla telaffuz ettiğimiz “he” değildir. Çünkü bu “he” “h” ve “elif”ten meydana gelen iki harftir. Bununla biz aslı itibariyle bie olanı, dilden değil kalbteki aslı
yönünden tek olanı ve çiftler âlemine katiyyen çıkmayanı kasdediyoruz. Çünkü kalp, birlerle çiftler arasında bir vasıtadır. Bununla ismi aziz olan Allah’ın şu büyük sırrı ortaya çıkıyor: “Herşeyden çift çift yarattık ki iyice düşünesiniz. O halde
hemen Allah’a kaçınız” (Zariyat, 51/49,50). Yani ikiliklerden birliğe koşunuz.” “Kalp kelimesinin sözlük anlamı bir şeyin, şekil ve
mâna yönünden ortası ve özü (adl) demektir. Burada “he” harfi de-ebced hesabıyla-beş rakamının ismidir. Beş ise tek rakamlı harflerin (1- 9) tam ortasında yer alır (19). Beş vakit namazın
sırrı da buradan zuhûr ediyor. “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur”hadisi de öyle (20)” “Hüviyet ikidir: O’nun hüviyeti, senin hüviyetin. Kendi hüviyet ve kişiliğini yok edersen O’nun zâtı
ile bâkî olursun. “Lâ ilâhe illâllah” sözünün mânası da budur. Yani O’nun hüviyetinin dışında gerçek hüviyet yok.” “Kendi hüviyetini yok ettiğin oranda O’nun hüviyeti seni bürür. Böylece, önce –iyi olsun kötü olsun – kendi sıfatlarının hüviyetleri fâni olur. O
zaman O’nun cemâl ve celâl sıfatları seni bürür.” (S.142)
“Allah’ın kelâm ve sözü, gayb âleminde elbiseden soyununca, Seyyar sanki kulağının zarı patlıyormuşçasına birtakım sesler işitir. Seyyar o anda- istese de istemese de-kendinden geçer ve
secdeye kapanır. Sonra Hakk’ın cemâli ona ulaşır ve onu isbat eder, var kılar (mahv-isbat). Bu durum Seyyarın takatı ve manevi gücü oranında olur. Allah, kelâmındaki tecrid halini devam ettirirse
Seyyar ölür (ilâhî kitabı, çıplak bir şekilde dinlemeye takat getiremez).Hz.Musa (a.s)’ın durumu ona keşfen gösterilir. İsmi aziz olan Allah Hz. Musa’ya şöyle demişti: “Biz seninle onbin
insanın kuvvetiyle konuşuruz. Bunu biraz daha çoğaltsaydık muhakkak ölürdün.” “Tusterî demişti ki: “Ah Allah’ın ismidir. Sebebini anlatmıştım. Oh şeytanın ismidir.” Çünkü hı’nın çıkış yeri kalp dediğiniz kurb makâmından uzaktır.”(S.143)
“Nefis rahatı bulunca istirahat eder, keyflenir ve: “Oh! der, yan gelip yatar. Çünkü şeytanın sevgilisi ve dostu bu kelimedir. Kadehleri kardeşinin ve dostunun ismi ile yudumlar. Kendisine musibet ve belâ oku isabet edince yine oh der. Halbuki nefs-i
mutmainne ise bilakis darda kaldığı zaman “Allah, Allah”der.”
“Bu isim, yani “ha”, İsm-i azam’a bitişecek kadar bir noktaya ulaşır. İsm-i azam’ın başlangıcı da Allah’tandır. Çünkü Allah kelimesi bütün cemâl ve celâl sıfatlarını içine alan zat ismidir. Fakat daha sonra keşfin artmasıyla mânası açıklık kazanır,
Allah kelimesinin harfleri azalır ve o zaman sen “hû”dersin ve hû hazır, yakîn ve sabit olan Zat’a işarettir. (gâibe işaret değildir)”
“Zaman zaman isim denizine düştüğü vakit Seyyarın kalbinden – kendi irâde ve isteğine bağlı olmadan – bir sayha ve ses çıkar. İlk zamanlar bu göğüsteki bir hıçkırık gibidir. Sonra (He harfi) kuvvetlenir ve İsrafil’in sûrunun nefesi gibi Seyyarıveya başkalarını öldürebilecek bir makâma yükselir.”(S.144)

Cüneyd Bağdadî (Kaddesellahu sırrehu)ye dervişlerin sayhalarından soruldu. Şöyle cevap verdi: “O İsm-i azam’dır. Onu kim inkâr eder veya kötü görürse kıyamet günündeki sayhanın lezzetini bulamaz.”(S.145)
“Hüzün mutlak susmadır. Onda sayha yok, sadece nefes darlığı hastalığına tutulan bir kimse gibi soluk alır-verir. Sadece korku sebebiyle uzun uzun nefes alıp vermeler vardır.”
“Hüzün, arzu edilen bir şey elden kaçırıldığı zaman sözkonusudur. Bunun hakikatı kalbin sevgiliye özlem ve hasret duyması gibidir. Ancak o halinde, özlem duyduğuna vasıl olduğu için artık için özlem duymaz. Ama ayrıldığı zaman ayrılışı sebebiyle hüzünlenir. Hüzün elbisedir veya dış kabuktur. İç ve öz ise ya özlemdir veya özleyendir. Başka bir benzetişle hüzün lokmadır. Âşık o lokmayı yiyen kimsedir veya hüzün şarabtır. Aşk veya âşık bunu içen kimsedir.” “Özleyenin özlemi sürekli olarak hüznün lokma ve suyu ile kuvvetlenince hemen ülfet ve dostluğa
adımını atar. Onun sayhası ve feryadı, kendi irâdesi dışında ona doğru adımını atmış olmasındandır. Bunun gibi bütün kuşlardan çıkan sesler göğüslerindeki özlemden kaynaklanır. Bu sesler, ya
öncesinde hüzün bulunmayan bir zevk ve safanın eseridir, veya öncesinde güçlendirici bir hüzün bulunan haz ve zevkin neticesidir.” “Bu Allah ile üns ve bast hâlinin ondan da öte
O’nunla olan ferah ve sevincin bir neticesi ve meyvesidir.”(S.146)
“Gaybet hâlinde iken bazı semâlar görülür, onlarda yıldızlar, güneşler,aylar vardır. Hepsi yakînin sebeplerindendir.”(S.147)
“Cesedlerden önce ruhların bir araya toplanması, yine cesedlerden önce birbirlerini ziyaret etmelerinin sırrı, ruhların cesede olan üstünlüğüdür. Bütün isanlar için durum böyledir.
Ancak zevki bozulanlar bunu hissedemezler. Varlık hastalığının basirete çökmesi sebebiyle gözü kör olanlar da bunu göremezler. Bu ruhların meclisinden ancak gücü nisbetinde nasibini alır.
Meğer ki, insanlardan herbiri, ruhların birleşmesinden kendi miktarlarınca pay almış olsunlar.”(s.147-148)
“Avam akılla hatırlar ve dille zikreder. Avama mezkûr hücûm edince, şu atasözünü söylerler: Dostunu ve sevdiğini zikrettin, o halde kuru üzümü hazırla! Bunun mânası şudur: O seni ruhu ile
ziyaret etmiştir veya sen onu ruhunla ziyaret etmişsindir, ziyaret yakında şahıslar ve bedenler arasında vaki olacaktır.” “Şeyh bizim olduğumuz şehre yaklaşınca onun vakar, bölge ve himmeti bir dağ gibi üzerime çöktü. Bu durum karşısında hiç kımıldayamadım. O anda bana bunun Şeyh olduğu, misafir olarak
gittiği köyden dönmekte olduğu ve buraya yaklaştığı ilham edildi. Ve arkadaşlara: “Haydi geliniz, Şeyhimiz geliyor karşılayalım”, dedim. “Sana bunu kim haber verdi”, dediler. Ben de “O’nun vakarı üzerime düştü”, deyince alay edercesine güldüler. Benim ciddî olduğumu gördüklerinde ise bu söylediğimin gerçek olup
olmadığını denemek için yola düştüler. Şehrin dışına çıkar çıkmaz ata binmiş olan Şeyh, güneş gibi bir tepeden üzerimize doğdu.”(S.148) “Onun himmeti ile ruhlar-isteseler de istemeseler
de- huzura gelirler. Sonra hâli ilerler ve ölülerle dirilerin ruhlarını ayırdeder. Nebîlerle şehidlerin ve diğer insanların ruhları arasındaki farkı görür.” “Gaybet hâlinde iken din âlimlerinden birini gördüm. Gökyüzü berrak ve yıldızlarla dolu idi. Âlim, “Bu güneş ve yıldızların mânasını anlıyor musun?” dedi. Buyurun söyleyin dedim. Şöyle dedi: “Allah gece ve gündüz kullarına bakar, O’nun gece bakışı yıldızlar, gündüz nazar etmesi ise
güneştir”. (S.149)
“Bir başka gaybet hâlinde de gökyüzü Kur’an kitabı gibi ortaya çıktı. Dört köşe şekiller ve noktalarla şöyle yazılmıştı: Bu Taha suresinin şu âyeti idi: “...Gözümün önünde büyüyesin diye senin üzerine benden bir sevgi koydum...” (Taha, 20/39-40) Bunu anlıyor ve okuyordum. Bunun, tanıdığım bir kadına dair olduğu bana ilhâm edildi. Kadının ismi Benefşe (menekşe) idi. Gayb âlemindeki ismi ile, “İsteftiyn”idi.” (S.149-150) “Seyyar makbul haline gelince gayb âleminde ona isim ve künye veririler. Şeytanın ismi ile Allah Taâlâ’nın ism-i azam’ı ona tarif edilir. Benim gaybtaki ismim Kanterûn’dur.” “Gaybet hâlinde olduğum bir sırada Resûlüllah’ı, yanında ikinin ikincisi (Hz.Ebu Bekir) olduğu
halde (Bk. Tevbe, 9/40) benimle oturur bir vaziyette gördüm. O kadar ki dizi dizime değdi. O anda bana, her gün Kur’an-ı Kerîm’den O’nun için okuduğum çeşitli virdlerimin olduğu ilhâm edildi. Hemen virdimi okumaya başladım. Bitince, bunu çok iyi bulduğunu ifade ederek: “İşte böyle gündüzün hadis dinle ve gece Kur’an-ı Kerîm oku” dedi. Daha sonra kendisinden künyemi sormam ilham edildi ve sordum: “Ya Resûlallah, benim künyem
Ebu’l-Cenâb mıdır, yoksa Ebu’l Cennâb mıdır? Benim nefsim Ebu’l-Cenâb (yücelik babası) şeklinde olmasını istiyor”. “Hayır” dedi. “Künyen Ebu’l-Cennâb (korkanların babası)dır”.dedi. O
zaman yanındaki arkadaşı da, “Evet ya Resûlallah o Ebu’l-Cennâb’tır”. İşte bu iki isim dünya ve âhiretin sırrına sahiptir. Ebu’l-Cenâb deseydi ben dünyaya sahip olacaktım. Ebu’l-Cennâb dediği için, Allah’ın izni ile ikisinden de uzak kalıyorum.” (S.150)
“Şeytanın ismine gelince. Yine bir gaybet hâlinde iken şeytanı gördüm ve tanıdım. Fakat doğru söyleyip söylemediğini denemek için tanımamazlıktan geldim ve ona sordum: “Kimsin ve adın nedir?”. -Garip bir adamım, ismim de Yunak
-Hayır sen Azâzilsin. Dediğim zaman derhal üzerime atıldı ve: -Evet ben Azâzîlim, ne yapacaksın? “ (S.150-151)
“Bu olay Peygamberin şu hadisi ile tefsir ve izah edilmiştir: “Şeytan, kan gibi,insan oğlunun damarlarında dolaşır. Dikkatli olunuz ve bu yolu oruçla daraltınız”(22). Şu hadisin mânası da bunu izah eder: “İman çıplak (bir insan gibi)dir. Elbisesi takvadır. Takva, şeytan çekişmesi karşısında gönüllere bir sığınaktır.”
“Nefis ölmeyen bir yılandır. “Ef’â” denilen zehirli yılan buna güzel bir misâldir. Bu yılan kesilse, başı ezilse, yumuşak bir şekilde dövülse, sonra derisi bedeninden soyulsa, eti pişirilse, yense ve bu derisinin üzerinde birkaç yıl geçtikten sonra güneşin altına konsa hemen hareket etmeye başlar. Nefs de tıpkı bunun gibidir.”(S.151)
“Ölmüş olan nefse hevâ, şehvet ve şeytanlık ateşi vurduğunda hemen canlanıp, harekete geçer. Sonra nefs vücudun organlarına zulm etmeye devam eder, organlardaki gücünü ve gıdasını geri alır ve nihayet ayağa kalkar.”(S.151-52)
“Herşeyden sonra Allah’ı gördüm, sonra onu herşeyle beraber gördüm. Daha sonra ise herşeyden önce O’nu gördüm” (S.152)


“VELÎNİN ALÂMETLERİ”
“1. Allah tarafından mahfûz olması”
“2. Allah Taâlâ’nın çeşit çeşit lutuflarıyla onu talepetmesi ve araması.” “Üzerinde kötü bir şey cereyan etmeden önce bahşedilen ikram mahiyetindeki bu nevi lutuflar hadsiz ve hesapsızdır.” “Çoğu kere kötü işlerin neticesinde meydana gelen
yakîn hâlî, iyi işlerin sonunda hasıl olan yakînden daha kuvvetli olmaktadır.” “İşte bunun gibi, kendi uykusunda veya kardeşinin
uykusunda Rabb’i bir Seyyarı azarlar veya kendisine bir uğursuzluk ve musibet isabet ederse- Allah’ın ihsanında bulamayacağı –yakîn derecesini bulur. Zira ihsan ve ikram O’nun sıfatlarındandır. Halbuki ceza onun sıfatı değildir.” (S.153)
“3. Duasının kabul edilmesi”

“Bu konuda da Allah’ın velîleri kısım kısımdır. Kiminin duasına anında, kimininkine üç günde, bazısınınkine bir haftada, bir ayda, bir senede, bundan daha az veya daha uzun bir zaman içinde
icabet edilmiş olabilir. Bu zamanlama onların menzil ve makâmları ile ilgilidir. Buradaki “dua” dan kastımız da sadece, “Rabbım şunu, şunu yap” şeklinde olan dua değildir. Bu; sadece kalbindeki
duaya delil teşkil eder.”
“4. Bir başka alâmeti kendisine İsm-i azam’ın (en büyük isim) verilmiş olmasıdır. “Velîlerden herbirine Allah’ın isimlerinden bir
İsm-i azim (büyük isim) verilir. Velî de onunla O’na dua eder. O da kulunun duasına icabet eder.”“Bağdat Şunuziyye mescidinde halvette iken üzerinde “ifteh bihanin” kelimesinin yazılı olduğu
bir kağıt gördüm. Hemen bu kelimeyi bir kağıda yazarak tekkenin hizmetçisine götürdüm ve “İşte Allah’ın en büyük ismi”, dedim. Başını önüne eğdive içinden bir şeyler fısıldamaya başladı. Bir
müddet sonra evinin kapısını bir adam çaldı, izin verdik, girdi. Adamın nereden geldiğini anlıyamadık. Yanımıza bir kağıt bıraktı ve gitti. Elimizle yokladığımızda bir de ne görelim, 10 dinar. Hizmetçi düştü bayıldı. Bir saat sonra hayrette ve şaşkın bir şekilde ayıldı “Ne oldu sana”, dedim. “Az önce bu Allah’ın en büyük ismidir dediğin zaman şüphe etmiştim. Ve kendi kendime şöyle demiştim: Ya Rabbi gerçekten bu İsm-i azam’sa şu anda bana on dinar gönder, dervişlere dağıtayım”. Gerisi malum”(S.154)
“Tekke hizmetçisi bir müddet sonra bana şöyle bir şey anlatmıştı: Uykudaki adamın gördüğü gibi şahısları görmüşüm. Onların melekler olduklarını zannetmişim. “Biz filan kimseye İsm-i azam’ı
verdik”, demişler ve benim ismimi vermişler. Hizmetçi daha sonra şöyle dedi: “Seni kıskanarak onlara şöyle dedim: İyi ama onu bana değil ona verdiniz”. Şöyle karşılık verdiler: “O pek çok müşâhede ve riyâzet yapmaktadır. Sen ise böyle bir şey yapmadın. Sen de Allah için mücâhede yoluna girersen ona verdiğimizi sana da veririz”. Velîye İsm-i azam verildiği gibi gayb âlemindeki isim ve künyesi ile melek, cin gibi ruhanî varlıkların isimleri de tarif edilir.”(S.154-155) “Bil ki Seyyar ancak kendisine “kün” (ol) emri verildiği zaman velâyetle vasıflanır.” (S.155)
“Velî irâdesini Hakk’ın irâdesinde yok ettiği zaman kendisine “kün” emri verilir. Seyyar irâdesini Hakk’ın irâdesinde yok edince irâdesi Hakk’ın irâdesi olur. Artık Hakk’ın her istediği, kulun da istediği şey, kulun her istediği de Hakk’ın irâde ettiği şey hâline gelir.” (S.155-156)
“ “Kâf” ve “Nun”dan meydana gelen “kün” emrini Allah’ın telaffuz etmesi caiz değildir. Bu bir işi süratli olarak yapma anlamındadır. Ve bu kelimedeki “kâf” kevn (dünya)in kâf’i “Nun”ise O’nun nurudur.” “ “İftah bihanin”, “Yunak”, “Kanterûn”, “İsteftîyn” kelimelerinin anlaşılan bir takım mânaları vardır. Ancak bunu zevk hâl ile işiten kimse bilir. Meselâ “İftah bihanin” “Yunak” hilede lutf ve latife yapan, mânasına, “Kanterûn”, vâridlerin kabulune düşkünlük gösteren mânasına “İsteftîyn” ise zamanın Aişe’si anlamına gelmektedir. “Diyorsun ki İfteh bihanîn İsm-i azam’dır. Peki o zaman iftah bihanin anlamına nasıl gelebiliyor? İsm-i azam’ın mânası olması nasıl sahih olur? Biz deriz ki: “Bunu bir zevk ve tadma yoluyla öğrendik. Şöyleki Allah’ı zikir, kalbe vâki olana kadar Allah’ı zikrettik ve sustuğumuz zaman kalbten hıçkırık sesine benzer bir ses duyduk. Sonra azamet ve kibriya vâridleri, kalbin celâli ve cemâli tecellilere mazhar olması, zâhir ve bâtın
âyetlerin ona zuhûr etmesi, sebebiyle kalb kuvvetlenince bu hal arttı.” “ “İftah bihanin” (inilti ve özlem ile aç) ifadesinin mânası işte budur.” “Herşeyin İsm-i azam’ı onun yakîni celâl sıfatlarının menzillerini ve cemâl sıfatlarının mazharlarını tanıması miktarınca olur.”(S.156) “Tevekkül, Seyyarın va’d ve vaîd konusunda Allah’a güvenmesi, kendisine gelecek olan hiçbir şeyin elden kaçmayacağına inanmasıdır. Böylece onu üzmez. Elde ettiği şeyden dolayı da sevinmez.” “Seyyar kendisine kötülük yapan şahsı Allah’a havale eder. Çünkü hakettiği cezanın miktarını
ancak O bilir. Kendisine iyilik yapıldığında da durum böyledir.” “Zikir, sırra (ruha) vaki olunca, Seyyarın sukût halindeki zikri, iğne batırılarak dilde yapılan nakışlar gibi olur veya bütün yüzü dil haline gelir ve ondan feyezan eden, taşan bir nur ile zikreder.”
“Seyyar, saf hale gelip kendisi için himmet eli
ortaya çıkınca, kaybettiği bu elden bedel başka eller bulur. Bu kalbin elidir. Orada (gönül âleminde) gaybta alır, gayba verir ve gaybtan yer.” (S.157)
“Sâdık, ihlâslı ve âşık olan Seyyarın, maksut ve matluba ulaşmasına hiçbir şey perde ve engel olamaz.”
“Hakk Sübhanehu ve Taâlâ hazretleri şehadet ve gayb âlemlerinde delil ve âyetlerle perdelenmiştir: Gayb âleminde batınî âyetlerle, şehadet âleminde ise zafirî âyetlerle.” “Seyyar, marifetini gaybî âyetlerin zuhûru ile arttırır. Daha sonra azamet ve kibriyanın hücümlarında gaybî âyetlerin yok oluşu (fenâ) ile
ve marifetini çoğaltır.” (S.158)
“Zat ve sıfatın tecellisi ise gaybî âyetlere oranla hârikulâde olur.”
“Artık zâhirî âyetlere baktığı zamanki hayreti, keşf âleminde gaybî âyetlere baktığı zamandaki hayreti nisbetinde olur. Z3at ve sıfatlar tecellî edince de nisbet yine böyle olur.”
“Tarikatta sülûk etmeyen, gayb âleminde iyi ve kötü şeyleri görmeyen, heybet, ölüm ve fenânın büyük taarruzlarına göğüs germeyen kimsenin şeyh olması, insanları bu konuda terbiye etmesi asla doğru değildir. Meczûbun şeyhliği de doğru değildir.”
“Fakat maksuda giden yolu tadmamıştır. Dolayısıyla onun şeyhliği ve mürşidliği sözkonusu olamaz. Çünkü şeyhlik yol bekçiliği ve yol
göstericiliğidir.” “Seyyar, zâhirî ve batınî âyetlerden hazzını alıp zat ve sıfatların tecellisine mazhar olduktan sonra hayret hâline ulaştığı ve O’na olan iştiyakı daha da arttığı zaman, artık yer ve gök, - kendisinin içinde mahkûm ve mahbus olarak kaldığı- bir hapishâne, bir zindan bir kuyu, bir hisar, bir kale hâline dönüşür.”(S.159)
“Başlangıcı uykudur, sonra- uyku ile uyanıklık arasında olan- vakıadır. Bunu, hâlet, onu vecd ve vicdanın galebeleri, bunu kudreti müşahede ve sonra kudretle ittisaf, bütün bunlardan sonra da tekvin takib eder.”(S. 160)
“Allah Taâlâ’nın, kendisinden gelen elçilerinin ardı arkası kesilmez. Haşa ki böyle bir şey ola. Aksine her an ve her zaman elçi gönderir. Bunlar O’nun lütûfları, işaretleri, uyarmalarıdır.” (S.160-161)
“Bunlar Allah’a yönelenler için sadece bir misâldir, bununla bu zevki tadanların zevki, âşıkların âşkı, âriflerin nuru, sevenlerin ateşi, özlem duyanların sürati, vecd hâlini yaşayanların vecdi, mücâhede edenlerin, keşf ehlinin meyveleri, münacaat edenlerin sırları ve necata erenlerin uslûbu bilinir.” (S.161)

 
 
Ara
İçeriğe dön | Ana menüye dön